Mehmet Ördekçi'nin blogu

Özünde iyi bir blog…

Asker Bi’şey Yapsın Artık!*

Bu ilk yazıma “iyimser bir başlangıç” başlığını koyup son birkaç yılda yoğunlaşan siyasal hengâmeden kaygı ve karamsarlık değil umut ve iyimserlik devşirmemiz gerektiğini anlatacaktım. Böyle bir operasyon ve dava hiç olmasaydı bile, şu anda Ergenekon davasından yargılanan resmî ve gayriresmî (“sivil” demeye dilim varmadı) zevatın kırk yılın faşisti oldukları halde neden son yıllarda iyiden iyiye kudurduklarını kendimize sorup bu soruyu “çünkü bir şeyler ellerinden kayıp gidiyor” diye cevaplayarak umudumuzu temellendirebileceğimizi savunacaktım.
Zor da olsa birkaç saniyeliğine kendimizi onların yerine koyarak dertlerini anlayıp sevinebiliriz diyecektim. Hrant’ın katledilmesine kadar varan süreçte sözüm ona “sivil toplum örgütleri”nin şikâyetleriyle açılan davalardan… yargılama süreçlerinde mahkeme salonlarında ve adliye önlerinde sergilenen saldırganlıktan… onlarca yıldır kendilerini en solcu, en Marksist diye pazarlayanların demokrasinin d’siyle karşılaşınca adına “cumhuriyet” dedikleri, Türkiye özelinde kollektif/kurumsal bir padişahlıktan fazlası olmayan sisteme sarılıp maskelerini kendi elleriyle çıkarmalarından… Susurluk sürecinde pek kimsenin zaten savunamadığı tescilli faşist katillerin üzerine yürümekle ve ardından gelen 28 Şubat sürecinde “ne şeriat ne darbe” kolaycılığına sığınmakla kendilerini en muhalif sananların fırtına çıkınca nasıl karaya oturduklarından… söz edecektim. Sonra her şey dünyanın değişmesiyle, Türkiye’nin sosyolojik ve iktisadî dönüşümüyle, AB sürecinin mecbur bıraktıklarıyla, demokrasi dışı güçlerin nicel açıdan solcular kadar “kolay lokma” olmayan dindar kesime savaş açıp demokrasi cephesini genişleterek AKP’yi birtakım adımlar atmaya zorlamasıyla olmadı diyecek; solun onlarca yıllık mücadele ve insan birikiminin de olan, olabilen güzel şeylerde belirleyici bir katkısı olduğunu vurgulayarak ve dolayısıyla bundan sonra da çekilen hiçbir çilenin, yaşanan hiçbir acının, burada yazmak dâhil hiçbir emeğin boşa gitmeyeceğini söyleyerek yazımı bağlayacaktım.

Ama bazen hesapta olmayan bir yazı çıkıp geliyor ve kendisini zorla yazdırıyor. Öyle oldu. Yukarıdaki cümleler kafamda dönüp durur ve açılmayı, geliştirilmeyi, çoğaltılmayı beklerken, nereden karşıma çıktıysa 1987’den kalma bir dergide (Yeni Çözüm dergisinin Şubat 1987 tarihli 2. sayısı) Kürşat İstanbullu’nun cezaevlerinde yaşananlarla ilgili bir yazısını okudum ve zihnimi başka cümleler esir aldı. Yazının bir yerinde solla bir şekilde ilişkili olanların zaten bildiği, ama son birkaç yılda “Kürtler arasında PKK’nın gördüğü teveccühün tarihsel kaynağı” olarak kabullenilmeye başlanmasıyla daha geniş bir kesim tarafından da öğrenilen Diyarbakır cezaevi zulümlerinden bir örnek vardı. Yazarın adını vermeden, sadece “arkadaş” diye söz ettiği, Diyarbakır cezaevinden yeni çıkmış birinden naklettiği bir olaydı bu. Bu olayın bende tetiklediği anılar, yani son 25 yılda Diyarbakır cezaevi hakkında okuduklarım, dinlediklerim ve özellikle hemen hemen yazıdakiyle aynı günlerde aynı cezaevinden çıkmış benim bir “arkadaş”ımın anlattıkları, yeniden gündemim oldu.

“Diyarbakır’da yanlış hatırlamıyorsam 11 Ermeni arkadaşın sünnet edileceği açıklandı. Garabet isimli bir arkadaşın ben cezaevindeyken sünnet edildiğini duydum” diyordu, Kürşat İstanbullu’nun “arkadaş”ı. Yazıda Garabet’in soyadı da var. Hatta kendisi “bizim Hrant’ın” çok eskilerden arkadaşı. Ama soyadını yazmak istemedim. Diyarbakır cezaevinde erkekler havalandırmaya (cezaevi avlusu) çıkarılmış. Çırılçıplak soyulmuş. Bu zaten gerek koğuşlarda gerek havalandırmada çok sık tekrarlanan bir manzara; karlı buzlu kış günleri dâhil. Ama bu sefer sünnet kontrolü için soyulmuş tutuklular. Sünnetsiz olanlar ayrılmış. Bunlar için bir sünnet takvimi hazırlanmış. Ama cezaevini yöneten askerlerin sünnete bakışı basit bir cerrahî müdahalenin ötesinde: Bu takvim onlar için aynı zamanda bu sünnetsizleri Müslüman-Türk yapma takvimi! Yeri gelmişken o yıllarda bütün siyasî tutukluların askerî cezaevlerinde tutulduğunu, daha doğrusu askerî olmayan cezaevlerinin de askerlerin yönetimine geçtiğini, yöneticilerin rütbeli, gardiyanlarınsa rütbesiz askerler olduğunu hatırlatayım. Bu askerler de kendisine resmî olarak 2500 yıllık bir tarih biçen Türk Silahlı Kuvvetleri’nin askerleri. Bu 2500 yıllık tarihte 12 Eylül’ün ve Diyarbakır cezaevinin günahlarını üzerine yıkmak için kullanabileceğimiz bir “Kenan Evren ordusu” (deyimi ilk Tarık Akan’dan duydum; Türk Solu dergisinde de rastlayabilirsiniz) yok. Bildiğiniz ordu. Bugün “laikliğin teminatı” sayılan ordu. Her neyse, laikliklerinin o zaman da tadından yenmediği anlaşılan askerler Garabet’i zorla sünnet ettirerek “Müslüman ve Türk” yapıyorlar. Adını da “Ali” olarak değiştiriyorlar. Ama Diyarbakır’da hiçbir işkence bu kadarla kalmıyor. Diyarbakır’ın bir de meşhur hoparlörleri var. Her koğuşa yerleştirilmiş, tutuklulara her gün cezaevi komutanının bir saat tehditli küfürlü konuşmalar yaptığı, sabah-akşam askerî marşların dinletildiği, direnen tutukluların direnişi kırıldığında diğerlerinin moralini bozmak için İstiklal Marşı, andımız, gençliğe hitabe gibi metinlerin ellerine tutuşturulup okutulduğu hoparlörler. İşte o hoparlörlerden her gün birkaç kez Garabet’in sesi duyuluyor: “Adım Ali. Müslüman oldum”la başlayan, kelime-i şehadet’le devam eden müslümanlık ilanından sonra sıra bir Ermeninin Türk “yapılmasına” geliyor ve Garabet “Türküm, doğruyum, çalışkanım…” diye devam ediyor. Anlatılanlara göre bu sürecin sonunda Garabet’in kıpırdayacak hali bile kalmaz. Hatta bir söylenti yayılır, ölmüş diye.

Söylenti deyince tam burada Diyarbakır cehennemi konusunda ilk detaylı bilgileri aldığım kendi “arkadaş”ıma geçmek istiyorum. Onun “Diyarbakır anlatılmaz, kimse anlatamaz” diye bir iddiası vardı. Bu yüzden bu konuda yazmak istemedi, yazmadı. Bu anlatılmazlık elbette vahşetin derecesi anlamında da doğru olmakla birlikte onun asıl söylediği bütün koğuşların birbirinden tamamen yalıtılmış olması, yan koğuşta ne olduğundan kimsenin bilgisinin olmamasıydı. “Herkes en fazla kendi koğuşunda olanları anlatabilir” diyordu arkadaş. Her koğuş kendi başınaydı. Bunun psikolojik bir anlamı olduğu gibi toplu bir direnişin örgütlenmesine de engeldi. Arkadaşımın iddiasına göre Mart 1982’ye gelindiğinde, en kahramanca direnenler dâhil, Diyarbakır’da o iğrenç hoparlörlerden marş, andımız vs. okutulmayan kimse kalmamıştı. Ama 1982 artık ölümlerin sadece işkencede can verme ve sadistçe kasten öldürülme şeklinde değil protesto şeklinde de gerçekleştiği yıl oldu. Önce Mazlum Doğan cezaevi koşullarını protesto etmek için 20-21 Mart (Newroz) gecesi hücresinde kendini astı. 18 Mayıs’ta bir koğuşta Ferhat Kurtay, Necmi Öner, Mahmut Zengin ve Eşref Anyık kendilerini yaktılar. 14 Temmuz günü bir başka koğuşta başlayan ölüm orucu ise Eylül ayında birkaç günlük aralarla gerçekleşen dört ölümle sonuçlandı: Kemal Pir, Hayri Durmuş, Akif Yılmaz ve Ali Çiçek. Bütün o günlerde o cezaevinde yatan arkadaşım diyordu ki, “bitişiğimizdeki, üstümüzdeki koğuşlarda gerçekleşen bu olayları biz aynı cezaevinde olduğumuz halde aylar sonra duyuyorduk. O da dışarıdan yeni tutuklanan birinin gelmesiyle oluyordu. Onlar da Türk basınından değil BBC’nin Türkçe yayınından duymuş oluyorlardı.”

1982 aynı zamanda dışarıda PKK’nın gerilla savaşı başlatmaya yönelik kararı aldığı kongrenin yılıydı. İki yıl sonra, 15 Ağustos 1984’de bu karar uygulamaya geçti ve sonrası halen içinde çırpındığımız durum. Yazıyı uzatmamak için tek cümleyle belirtip geçeyim: Sadece devletin değil bir ölçüde PKK’nın da arka sokaklarını gördüğüm için benim sistem karşıtlığım PKK sempatisi içermiyor. Olanı olduğu şekliyle anlatıyorum. Orada o cehennemi yaşamış yüzlerce, binlerce insan bu kadar tutarlı ve birbirini doğrulayan şekilde topluca yalan söylüyor olamaz. O sırada Türkiye’nin bütün cezaevlerinde insanlık dışı uygulamalar vardı. Binlerce insanın “Diyarbakır başkaydı” demek üzere sözleşmiş olduğuna mı inanalım? İnsan o yaşananları yıllar sonra okurken bile insanlığından utanıyor. Devletin hukuktan soyunmuş, emir-komuta zincirine teslim edilmiş çıplak hâlini de en iyi Diyarbakır cezaevi deneyimi gösteriyor. Bu konuda daha fazlasını okumak isteyenlere, okumamışlarsa, Neşe Düzel’in birkaç yıl önce Radikal’de Selim Dindar’la yaptığı söyleşiyi tavsiye ederim. Düzel’le Dindar’ın isimlerini Google’a yazmanız yeterli. Propagandayla karışık binlerce kitap sayfası arasında kaybolacağınıza kendisinin ne o gün ne de bugün politik bir kimliği olmayan bir Kürdün bile neler yaşadığını okuyarak Diyarbakır’ı anlayabilirsiniz.

Özetle, gerek 12 Eylül’de gerekse sonrasında tüm bölgeye yayılan askerce uygulamalardan (o günlerde biz de Besni Lisesi orta kısmının öğrencileri olarak arada bir silahlarıyla sınıfa dalan askerlere İstiklal Marşı’nın on kıtasını ve gençliğe hitabenin tamamını ezberden okumak zorundaydık mesela), evet bütün o askerce uygulamalardan önce ve öncelikle bu cezaevindeki vahşetin bu savaşta dökülen kanların birincil kaynağı olduğuna ben de inanıyorum. Diyarbakır bunun için önemli. Bu vahşeti kişiliğinde simgeleştiren bir isim var: Esat Oktay Yıldıran. Cezaevinin tepesindeki yüzbaşı. Arkadaşım bana ne zaman bu adamdan bahsetse cümlesi yarım kalırdı. Anlatamadığını düşünürdü. Sonraki okumalarımdan da biliyorum ki anlamak da anlatmak da zor Esat Oktay Yıldıran’ı. Bir adam düşünün ki sürekli yanında gezdirdiği kurt köpeği “Co”ya tekmil verdiriyor tutuklulara. Köpeğe “komutanım” diyorsunuz. Bu gaddarlığı aşan bir şey. Daha sofistike, ince ince düşünülmüş, hayal edilmiş bir zâlimlik. Duyduklarınızın abartılı olduğunu baştan kabul edip yüzde elli tenzilat da yapsanız bir insan nasıl bu kadar sadistleşebilir, bir insanın içine bu kadar kin nasıl sığabilir anlamak zor. Nazi dönemi uygulamaları ve bu uygulamaların faillerinin psikolojisi üzerine bir şeyler okumak yardımcı olabilir. Ama benim asıl vurgulamak istediğim, sövüp saymanın anlamı yok, bazı insanlarda bu “potansiyel” var. Bunu bilelim, darbeyi, demokrasiyi, askeri, polisi konuşurken ona göre konuşalım. Psikopati, sosyopati, anti-sosyal kişilik bozukluğu, adı her neyse, nedenleri hâlâ bilinmeyen bir durum. İlk işaretlerini küçük yaşlarda gösteriyor. Üstelik tedavisi de yok. Bunların yeterince zeki olmayanları ve çeşitli nedenlerle okuyamayanları sokakta karşımıza çıkmamalarını dilediğimiz türden suçlular oluyorlar, okuyabilenlerinse ne tür mesleklere eğilim duyduklarını siz tahmin edin.

Esat Oktay Yıldıran 1988 Ekim’inde İstanbul’da bir halk otobüsünde karısı ve çocuklarıyla bir yere giderken -galiba otobüs son durağa geldiğinde- kendisine “Esat” diye seslenen bir PRK (Rızgari) militanına döndüğü anda kafasına boşalan birkaç mermiyle irtihal-ı dar-ı beka eyledi. Diyarbakır’dan sonra terfi etmiş, binbaşı olmuştu. Duyduğuma göre adı Ankara’da Etimesgut zırhlı birlikler tümeni içindeki bir caddede yaşatılıyor. Öldürüldüğü gün ve sonraki günlerde, Diyarbakır’da yatmış o arkadaşımla beraberdik. Bir üzüldük bir üzüldük sormayın!

Bugün -belki de bir moruklama emaresi olarak- Esat Oktay Yıldıran’ların bile öldürülmeyip hapse tıkıldığı bir Türkiye hayal ediyorum. Diyarbakır’daki şiddetin, vahşetin yarattığı, harladığı şiddetin sonuçları ortada. Bu sonuçları anlamaya çalışmak başka, bir “karşı şiddete” güzellemeler yapmak başka. Hem unutmayalım ki bu ülkeye 12 Eylül’ü ve başta Diyarbakır olmak üzere insanlığın uğramadığı cezaevi deneyimlerini yaşatanlar sadece devletlerine, rejimlerine, sınıflarına karşı sorumlu; vicdanlarını tek kimlikleri yapmış olanlarsa tüm insanlığa.

Zaten tam da bunun için, doruk noktası 2007 olmak üzere özellikle son yıllarda defalarca duyduğumuz, okuduğumuz doğrudan ya da dolaylı darbe davetlerine ve davete icabet girişimlerine karşı duruyoruz. Rakının şişede durduğu gibi durmayacağını nasıl biliyorsak, ordunun da kışlada durduğu gibi durmayacağını çok iyi biliyoruz. Hukuktan tamamen soyunmuş, emir-komuta zincirine hapsolmuş bir devletin toprağında nice Esat Oktay’ların, nice Diyarbakır’ların yeşereceğini de.

“Asker bi’şey yapsın artık, tek umudumuz onlar valla” (tanıdık geldi mi?) diyenlere seslenelim: Anacım bak burada yapılmışı var! Bu kez solcuların, Kürtlerin, Ermeni Garabet’in yerinde diyelim ki sadece İslamcıların olacak olması neyi değiştirir?

*27 Temmuz 2009’da Kronik Muhalif’te yayınlandı.

3 comments on “Asker Bi’şey Yapsın Artık!*

  1. Murat AYGEN
    17 Kasım 2009

    >Eyi dinleyin: http://www.bedavaturku.com/necla-erol/sevdim-bir-bahriyeli.html Dikkat edin "Büyükdereli" felan diyor! Ne var ki orada acep 🙂

  2. Erhan Sakallıoğlu
    18 Şubat 2016

    Mehmet kardeşim, yukarıdaki yazı ve aşağıdaki bilgiler, ne kadar çok insanın dikkatini çekerse, o kadar ibret alınır. Sağol, var ol!!! Dostlukla, kardeşlikle…

    • Mehmet Ördekçi
      18 Şubat 2016

      Teşekkür ederim.

Murat AYGEN için bir cevap yazın Cevabı iptal et

Information

This entry was posted on 23 Ağustos 2009 by in başka yazılarım, Kronik Muhalif yazıları, politika.

Nüfus cüzdan sureti, ikâmetgâh ilmuhaberi, vesikalık fotoğraf

_________________
Mehmet Ördekçi,
Posta Kutusu: 19,
Beyoğlu - İstanbul
_________________

İsteğim üzerine on yıllık hapisliğimin dokuz yılında her ay aksatmadan bana ücretsiz dergi gönderen Birikim'cilere sevgi ve saygılarımla...

Birikim Sayı: 271 / Kasım 2011

Geçen Ayın Birikimi

3-8 Wall Street'ten Huzur Sokağı'na: İşgal ve Direniş Günleri
Dilek Zaptçıoğlu

Kapak: SİLAH/LA MÜCADELE
9-10 Sunuş

11-17 Modern/Reel Sosyalizmin Elan Vital'i
Ömer Laçiner

18-23 Devrimci İlahiyat'ın Işığında Şiddet
Ahmet İnsel

24-26 Devrimci İlahiyat
Sergei Neçayev

27-38 Silahlı Mücadelelerin Ortaya Çıkışı, Yükselişi ve Bitişi Üzerine
Emin Alper

39-47 RAF: Yanlış yol, doğru rota
Kıvanç Koçak

48-58 Merih Cemal Taymaz ile Söyleşi: Türkiye'de Sol ve Silahlı Mücadele Bir Muhasebe

59-62 Arjantin'de Silahlı Mücadelenin Yenilgi ve Muhasebe Deneyimi
Aykan Sever

63-69 Laurence McKeown'la IRA ve İrlanda'da Barış Süreci Üzerine: "Duygusal Olmamayı Başarabilmek..."

Nasıl Bir Sol?
70-81 Tanınma Siyasetleri ve Sol
Ferdan Ergut

"Kürt Sorunu"
82-88 Dağ Kavminden Sokak Halkına Kürtler: Ev, Sokak ve Hapishane Arasında
Derviş Aydın Akkoç

Arap Baharı ve Suriye
89-96 Suriye'de Halk Ayaklanması, Siyaset ve Toplum
Seda Altuğ

In memoriam

"Elindeki tek alet çekiç olana bütün sorunlar çivi gibi görünür"müş (Abraham H. Maslow); peki elindeki tek alet silah olana?

Murat Ördekçi
(14 Ocak 1972-19 Aralık 2000)


MURAT’IN ANISI NEKROFİLLERİN* MALI DEĞİL!

(Kasım 2006'da açtığım ilk blogumun ilk yazısı)

Ceset Ticareti Anonim Zihniyeti'nin çeşitli internet sitelerinde kardeşim Mahmut Murat Ördekçi hakkında yazdıklarını ciddiye almayınız. Kötü bir niyetleri yok! İnsanları ölmeye (ve öldürmeye) davet eden her fanatizmin daha önce bu daveti kabul etmiş ölüleri mitleştirmeye ihtiyacı vardır.

Yedi yıldır cezaevinde olan Murat, kitap sayfalarında durduğu gibi durmayan devrim serabının hakikî ve somut duvarına çarpmıştı ve öldüğünde devrimci bile değildi. Bunu bile bile, şimdi onun cesedinden psikopat bir heykel yontmaya çalışıyorlar. Yıllarca koğuşta "misafir ağırlama sorumlusu" adı altında garsonluk yaptırdıkları kardeşim meğer "büyük komutan Murat yoldaş"mış! O kadar "proleter"miş ki bu Murat yoldaş, "yol yapım işlerinden şoförlüğe, çelik-pres işçiliğine kadar pek çok işte" çalışmış, bizden gizli! Oysa biz benimle birlikte eniştemizin elektrik malzemeleri üreten atölyesinde ve bir de Nişantaşı'ndaki Motta Pastanesi'nde çalıştığını biliyorduk. Sonradan içeride başına yönetici olan yiğitler şubede bülbül kesilip adını verdiği için 21'inde kaçak, 22'sinden itibaren mahpustu zaten; 18'ine kadar da öğrenciydi...

Örgüt yöneticilerinden ve kaşar yoldaşlardan tiksindiği, içindeki insan sevgisini ancak hep yeni gelen gençlerle ahbaplık ederek koruyabildiği o koğuşta sık sık içine çöreklenen karamsarlığı kovsun diye kaç mektup dolusu dil döktüğümü unuttuğum kardeşim, meğer 7 gün 24 saat devrimi ve partisini düşünen bir otomatmış! Ölürken bile yoldaşlarını soruyormuş. Oysa bana insandan çok hayvan görebileceği ıssız bir çiftlikte yaşamayı hayal ettiğini yazarken, insan diye koğuşundakilere göndermede bulunuyordu. Bana ve anneme yazdığı bütün mektuplar duruyor, gerekirse burada kendi el yazısıyla, fotoğraf formatında yayınlarım.

Murat'ı yaşama bağlayan, ölümünden iki yıl önce, kendi adını taşıyan yeğeninin dünyaya gelmesi oldu. Başta annesi ve yeğeni olmak üzere, ailesi dışında kimseyi düşünmezdi. Bunu onlar benden daha iyi biliyorlar aslında ama devrim için her şey mübah; adam ölmüş, parlatıp kullanmak lazım! Devrimci menkıbe yazarı, fedakâr "muhalif koyunlar" yetiştirmek için yazdığından, Murat'ı okuyucuya ideal bir "serdengeçti" olarak gösterme gayretiyle uçtukça uçmuş! Bu boku ben yemedim mi zamanında, yedim. Bile bile yalan söylemedim, ama bana iki laf söylendiyse ölmüş biri hakkında, kuşku duymadan, sorgulamadan o iki lafı süslü on iki laf yapıp yazdım. Şimdi buraya bu notu yazıyor olmam da "insan talihinin zalim imkânları"ndan (Tanpınar) olmalı.

Murat'ın devrimci olmadığını vurgulamak, arabesk bir masumiyet propagandası olarak anlaşılabilecek bir şey olduğu gibi, onun katillerinin dört duvar arasındaki silahsız bir insanı tarayarak öldürmeye sanki o insan devrimciyse hakları varmış anlamına gelebileceği için, "politik doğruculuk" açısından, bundan söz etmek istemiyordum. Ama normalde benzerlerini anlatılan benim kardeşim olduğu halde -rastladıkça- başlıklarına bakıp okumadan geçtiğim bir yazıyı okuyup kardeşimi orada tanınmaz halde görünce kendimi tutamadım; pişman değilim. Murat'ın anısı onların yeni Murat'lar tavlayabilmek için tepe tepe kullanabilecekleri "malları" değil!

Blogumda onunla ilgili sayfalar arttıkça, Murat'ın bir afiş değil, tıpkı devletin ve devrimcilerin katlettiği diğer on binlerce insan gibi, birilerinin oğlu ve kardeşi, ve de toprak altında yatan genç bir ölü olduğu görülecek. Ama önceliğimin oğullarının ölümünden sonra artık çok daha yaşlı insanlar olan annemin ve babamın hoşuna gidecek, onların gözünü dolduracak (gözüne görünecek anlamında) şeylerde olduğunu belirteyim hemen. Okuması kıt bu insanlar için Murat hakkında yazılan hangi saçmalığın onun hangi mektubuyla ya da görüş yerinde başbaşa kalabildikleri nadir zamanlarda söylediği hangi sözlerle çürütülebildiğinin bir önemi yok. Ve ayrıca zaten bu blogun konuları ve hedef kitlesi arasında, 21. yüzyılın sadece asayiş tarihinde sadece kanlı bir dipnot olmaya yazgılı "Türkiye devrimci hareketi" de bulunmuyor. Polemik meraklıları bu notla yetinip bir daha bu bloga uğramayabilirler...

*Nekrofili, ölü sevicilik demek. Ölülere tecavüz eden insan görünümlü yaratıkların sapkınlığı. Ama ben Erich Fromm'un psikiyatrist gözüyle totaliter fanatik ideolojilere bakarken kullandığı anlamıyla kullanıyorum. Yazdıklarımdan da görülebileceği gibi, onlar da ölmüşlere başka anlamda bayılıyorlar.