Mehmet Ördekçi'nin blogu

Özünde iyi bir blog…

Sabetaycılar, Küçük Hoca ve ‘Usturuplu’ Faşizm (Sabetaycılar ve Küçük Hoca)

İlk olarak derKi’nin Kasım 2006 tarihli 18. sayısında, -değişiklik için benim de onayım alınarak- “Sabetaycılar ve Küçük Hoca” başlığıyla yayınlanmış, 12 yıllık bir aradan sonra yazmaya geri dönüş yazım.

Hayatımdan geçmiş en tipik megalomanın soyadının “Küçük” olması, ironisiz de yeterince tuhaf olan hayat hikâyemin sayısız ironilerinden biri…

Küçük Hoca’nın önce adı, yazıları ve kitaplarıyla, sonra kendisi, mavi Vosvos’u ve kırmızı atkısıyla 12 Eylül karanlığının henüz tam dağılmadığı yıllarda tanıştım. Yasal dergi ve kitapların bile “örgütsel doküman” sayılabildiği Olağanüstü Hal Bölgesi’nden Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni kazanarak Ankara’ya gelmiş, geldiği yerde gizli saklı okuduklarıyla kendini artık komünist olarak gören bir çocuktum. Ankara’da, ciğer dolabının kapağını açık bulmuş aç kedi heyecanıyla, ne bulsam okuyordum.

Benim radikal kimliğimi borçlu olduğum askeri yönetim, Küçük Hoca’yı doçentlik yaptığı üniversiteden atmış ve darbeden önce yayınlanan “Yeni Bir Cumhuriyet İçin” kitabı nedeniyle bir-iki yıl da hapsetmişti. Ama ben Ankara’ya geldiğimde Hoca çoktan tahliye olmuş, panellere katılıyor, yazılar yazıyor, kitaplarını yayınlıyordu. 1984 yılında dönemin cumhurbaşkanı Kenan Evren’e (daha doğrusu huzura kabul edilmedikleri için dış kapıdaki görevlilere) verilen ve anayasa değişsin dedikleri için yıllarca yargılanmalarına yol açan 1300 imzalı “Aydınlar Dilekçesi”nin Aziz Nesin, Murat Belge gibi isimlerle birlikte başını çekmişti. Devletin başındaki Paşa, yanılmıyorsam Manisa’daydı, alkışlar arasında halka hitap ederken, Aydınlar Dilekçesi imzacılarını kastederek “Vahdettin de aydındı netekim. Ama memleketi düşmanlara teslim etti. Ne yapayım böyle aydını!” demekle olaya son noktayı koyduğunu düşündürmüş, ama Aziz Nesin mahkemedeki savunmasında “Vahdettin’in aydın olduğu kesin değildir, ama devlet başkanı olduğu kesindir” diyerek kendisinin neden Aziz Nesin olduğunu herkese göstermişti.

Özallı yıllardı. Askeri dönemde zorunlu olarak ‘Ezop dili’ kullanıp simgesel anlatımlarla yetinen birkaç dergi artık açıkça sosyalizmden söz etmeye başlıyor, dahası sol yeraltı örgütleri birer birer kendi yasal dergileriyle ‘görünür’ oluyorlardı. Ama o günlerde, benim gibi örgüt bağlantısı olmayan ve entellektüel eğilimleri daha ağır basan sosyalistlerin cazibe merkezi Küçük Hoca’ydı. Hoca hem çok ‘dolu’, hem cesurdu.

Yine o dönemde, üniversitelerde solcu öğrenciler kıpırdanıyor, dernekleşme cenkleri yaşanıyordu. Kuruluş başvuruları komik eksiklikler icat edilerek reddediliyor, kurulabilen dernekler sık sık basılıyor, Nazlı Ilıcak’ın Tercüman’ı ve ileride Seda’yla Gülben’in “Enver Abi”leri olacak dinci Enver Ören’in Türkiye’si gibi gazeteler öğrenci derneği faaliyeti yürütenlerin arkasında Moskova bağlantısı keşfediyordu. Öğrenci derneklerini tamamen anlamsızlaştıracak bir yasa girişimi büyük tepki toplayarak 12 Eylül sonrasının ilk kitlesel öğrenci eylemini de ateşledi Ankara’da. Sanıyorum bu eylemden sonraydı, bazı öğrenciler açlık grevi başlattı. Bu öğrencileri eylemlerini sürdürmek üzere Karakusunlar’daki evine davet eden Küçük Hoca, hep rüyasını gördüğü liderlik hedefine giden yolda “kitle” ile ilk kucaklaşmayı yaşamış oldu. Evinde yapılan eyleme zamanın cılız ama etkili sol basınının ilgisi ve eylemcileri ziyaret eden bazı solcu sanatçılar üzerinden konunun büyük gazetelere de taşması, Hoca’nın ününü arttırdı. Cesaretinin ödülüydü bu.

Küçük Hoca’nın çıkmış bütün kitaplarını okumuştum. Kendilerine intisabım, dizinin dibine oturuşum, irşad halkasına girişim, mürîdâna katılışım ise bu anlattığım dönemden sonradır. Ama hem şeyhimin narsist, benmerkezci ve megaloman tutumları, hem de dönemin yukarıda çizdiğim kasvetli tablosunun bende yasadışı örgütlenme ve yeraltı mücadelesinden başka şansımız olmadığı düşüncesi uyandırması sonucu, bir süre sonra Küçük Hoca’yı kendisine olan ümitsiz aşkı ve Açık Devrimci Parti projesiyle baş başa bırakıp kendi yoluma gittim.

Sonrası toz duman. Bana ne oldu anlamadım. Öncesini hayal meyal hatırlıyorum, kendime geldiğimde iki yıldır cezaevindeydim ve yatmam gereken daha sekiz yıl vardı. Eşime (bir zamanlar evliydim) içeride ayıldıktan sonra “birileri gazozuma etkisi beş-altı yıl süren bir hap atmış olabilir mi?” diye yazmıştım. Anneme göre çok “kafalı” olduğum için nazara gelmiştim, babamsa “iç düşmanımız” olan karanlık mihrakların çaktırmadan beynimi yıkadığına inanıyordu. Ama elbette doğru cevap, hiçbiri! Hayatımdaki olumlu edimlerin övüncü gibi olumsuzların sorumluluğu da sadece bana ait. Bu yazının sonraki bölümlerinde eleştireceğim “iyi olan ne varsa biz başardık, kötü olan ne varsa başkalarının yüzünden” şeklindeki bakış açısı, birinci tekil şahıs çekimiyle de bana çok yabancı. Belki, sonraki hapislik yıllarımda sadece kendim için doldurduğum ve “İç Defteri” dediğim, pek çok sayfasında gözlerimden damlayan yaşlarla dağılmış mürekkep lekeleri bulunan lacivert kapaklı harita metod defterine yazdığım son cümle, bu paragraf için de iyi bir son cümle: Mükemmel olsaydım, dünyada olmazdım…

Her zaman şükredecek şeyler vardır. Şükür ki kimsenin kılına dokunmamış, zarar vermemiştim. Evet, bağırıp çağırmış, ama can yakmamıştım. On yıllık cezamın sekiz yılını artık hiç inanmadığım, hatta saçma ve komik bulduğum bir dava uğruna yattım. Ama kendimi saçma ve komik bulmadığım için, şunları şunları yakalatayım da beni bırakın diyecek kadar (itirafçılık) hiç alçalmadım. Namusumla, cezamın son saatine kadar yatıp çıktım. Nobel’ini haberleştirirken, Orhan Pamuk için “hapiste yatmamış tek önemli Türk yazarı” dedi ya bazı yabancı gazeteler, belki ben de büyüyünce önemli Türk yazarı olacağım, bunun için yatmam gerekiyordu diye avunuyorum son günlerde. (Dikkat, espridir.)

Kimine göre o beton ve demirden mezarda içsel aydınlanma yaşamış, eski yoldaşlara göre ise “içeride kafayı yemiş” olarak yeni hayatım için gün sayarken, eski mürşidim Küçük Hoca’nın serencamını da uzaktan izledim. Onun içine düştüğü durumu Allah düşmanıma bile yaşatmasın diyor, ama insanız, çiğ süt emmişiz, zaman zaman kendimi onun hallerine sevinirken yakalıyordum. “Demek ki tek değişen ben değilim,” diyordum. “Tamam, uğrunda gençliğimi harcadığım Marksizme ‘yabancılaşmaya’ karar verdim: Artık inşaat ameleleri eliyle yaratılacak yeni bir dünya rüyası görmüyorum. En korkuncu, materyalizm ve ateizme ‘inanmayı’ da çoktan bıraktım. Ama en azından, hâlâ kendisini memleketin en büyük Marksisti saymaya devam eden şeyhim gibi, hastalıklı bir ilgi görme ihtiyacı ile ırkçılığın değirmenine su taşıyan bir soy-sop dedektifi de olmadım…”

Ben içeriden çıkalı üç yıl oldu bu arada. Geçen zaman içerisinde Küçük Hoca da değirmene su taşıma aşamasını tamamlayıp değirmenin başına geçti.

Aslında ırkçı ya da dinci yurdum gericiliği için hiç de yeni bir konu olmayan (onlar “dönmelik” ya da “avdetilik” derlerdi), ama Küçük Hoca’nın son yıllarda üzerinde çok yoğunlaşarak uçuk iddialarıyla cılkını çıkardığı, onomastikten (isimbilim) yararlanarak gizli Yahudileri deşifre ediyorum diye ağız dolusu saçmaladığı Sabetaycılık konusunun geçmişi 17. yüzyıla dayanıyor. Osmanlı’da yaşayan çok sayıda Yahudi var ya hani, işte onlardan, İzmirli bir Yahudi din adamı olan Sabetay Sevi, 1600 küsur yılında kendisinin beklenen Mesih olduğuna inandığı gibi, çok sayıda Yahudiyi de inandırıyor. Olay Osmanlı ülkesinde Osmanlı’yı da hedefleyen bir siyasal-dinsel harekete dönüşünce, saray müdahale ediyor. Sabetay Sevi o zaman Edirne’de olan saraya getirilip yargılanıyor. Nedamet getirip af diliyor ve İslam’a geçiyor. Tekrar bağlılarının arasına dönünce, görünürde Müslüman olacaklarını, ama kendi içlerinde Musevi inançlarını sürdüreceklerinin söylüyor. Görünüş, “Sabetay Sevi sarayda Müslüman olup Mehmet Aziz adını aldı, şimdi de adamları topluca Müslüman oluyor” şeklinde. Tabii binlerce insanın bildiği bir şey sır olarak kalamaz. Eninde sonunda “kokusu çıkıyor”, ama Sabetaycılar bugüne kadar geliyor. Asıl yoğun oldukları Osmanlı şehri, Selanik. Sonra, İzmir. Cumhuriyet kurulduğunda Selanik artık Osmanlı toprağı değil. 1924’te Yunanistan’la aramızda mübadele yapılıyor, buradaki Rumlar oraya, oradaki Müslümanlar buraya… Oradan gelen Müslümanlar arasında çok sayıda Sabetaycı da var. O günden bugüne bu Sabetaycı aileler ne kadar değişmiş ya da aynı kalmıştır, benim tahmin ettiğim gibi bir nevi folklorik aidiyet olarak mı sürmektedir, asimilasyon oran ve dereceleri nedir, aralarında sonradan gerçekten Müslümanlığı seçenler olmamış mıdır? Genellikle böyle sorular sorulmadan, tamamen olumsuz önyargılarla damgalanan ve “incelenmeye” başlanan Sabetaycılar konusundan tabii komplo teorileri ve saçma sapan kuruntulardan başka bir şey çıkmıyor.

KASIK MINTIKASINDA BİR SÜPER MARKSİST

22 Eylül günkü Akşam gazetesinde okuduğum bir haber, doğum günümü zehir etti. Hoş, doğum günü kutluyor değildim, ama yeni yaşıma girdiğimin farkındaydım ve o haber olmasa en azından daha olumlu duygularla “idrak edecek”tim yeni yaşımı.

Akşam, magazin sayfasında, bir gün önce piyasaya çıkan Tempo dergisinin kapak konusunu haber yapmıştı. “Araştırmacı Küçük Hoca, aralık ayında ‘Sabetayizm ve Grup Seks’ adlı kitabını piyasaya çıkaracak.“… “Sabetayizmle, grup seks hep iç içe oldu.” … “Hülya Avşar, Sabetayların propagandasını yapıyor, aile kurumunu altüst ediyor.” … “Aslında Hülya Avşar’ın İbrani ve Sabetayist olabileceğini hiç aklıma getirmezdim. Bir gün, ‘Kaya usturuplu zina yapıyor’ diye konuştu. Bu, tipik Sabetay emridir.” … gibi sözler, gözlerimden beynime çakıldı sanki.

Dışarıdan bir bakışla, bu sözlerin beynime çakılması için hiçbir neden yok. Bu aşağılık iftiraların yöneltildiği Sabetaycılardan değilim. Herhangi bir başka azınlıktan da değilim ki, “sıra bize gelir” kaygısı yaşayayım. Ama yukarıda belki biraz da sizi sıkarak uzunca anlattığım gençlik günlerimde devletle başımı derde sokarken de tinerci falan değil, devletin kaymakam adayıydım. Bugünkü aklım olsa üslubum daha farklı olurdu, ama yine her şeye sessiz kalmazdım. 1995 sonlarında, Bursa Cezaevinde davetle gittiğim PKK koğuşunda, şimdi ‘78’liler Birliği Vakfı çalışması yürüten Celalettin Can’ın da şahitliğinde, PKK Merkez Komite üyesi Muzaffer Ayata’nın “ülkelerinin (Kürdistan’mış) bir aydını olarak beni koğuşlarında sürekli misafir etme” teklifini geri çevirdikten birkaç gün sonra kalmaya başladığım yer, altı adımlık bir hücreydi. Sadece etliye sütlüye, haklıya haksıza karışmamak, üç maymunu oynamak karşılığında, o koğuşta “misafir” statüsü ile sefa sürmekle kalmayıp cezaevi sonrası Avrupa’da PKK medyasında istihdam edilebilecekken, kullandığım tuvaletin de içinde bulunduğu o hücrede yaşamayı tercih ettim. Kayıtlara göre sadece “lise mezunu, işsiz, boşanmış, sabıkalı” olduğum için pek kimse farkına varmasa da, galiba Muzaffer’in dediği gibi “aydın”lık var bende biraz! Ne zaman sadece kendimi düşünsem, böcek olmuşum da kabuğum beni boğuyormuş duygusu kaplıyor içimi. İnsanların sırf atalarından devraldıkları inançlar yüzünden parmakla gösterilmesinin, kovalanmasının, listeler halinde teşhir edilmesinin vardığı nokta artık “bunlar var ya bunlar, grup seks yaparlar, eş değişimi yaparlar” olmuşsa, ben bunu kendime dert ederim. Sabetaycı değilim, ama böcek de değilim. Bir azınlık kesimin namusuna dil uzatma noktasına gelmiş bir saldırı varsa, orada kimsenin değil, asıl çoğunluk aydınlarının namus günü gelmiştir tarih önünde. Hele ki söz konusu olan, çıkıp “biz öyle değiliz” diyemeyen bir azınlıksa…

Şu anda bu konuda yapabileceğim tek şey, okuduğunuz bu yazıyı yazmak. Bunu sinirle, sakinleşebilmek için yazıyorum. Sakin kafayla yine yazarım. Lütfen bu yazıyı “Notlar” diye kabul edin. Buradan buraya niye atlamış demeyin. Bağlantıları da yapmaya kalkarsam, yazı değil kitap çıkar. Atlaya zıplaya da olsa şu birkaç günde kafama üşüşenleri yazmak, deşarj olmak zorundayım. Yoksa patlayacağım. Yıllar önce, “kırk yaşını doldurana kadar yazmayacağım,” diye bir karar almıştım. On bir yıldan beri mektup ve günlük dışında bir şey yazmadım. Yayınlatmak üzere yazmaya yeniden başlamam için daha bir yılım vardı. Ama Küçük Hoca’nın Tempo’ya söylediklerine tepkisiz kalmam çok zordu.

Önce bir Tempo aldım. Küçük Hoca’nın kapaktaki resminde tepesi açılıp beyin kıvrımları toplu seks yapan çıplak kadın ve erkek figürleri şeklinde çizilmiş. Başlık da güzel: “Grup seks büyük yalçın küçük”… Üst başlık da “Kafasını Sabetayistlere takan profesör, yatak odasından bildiriyor: Sabetayistler ve Grup Seks.” Tempo’nun alaycı yaklaşımı hoşuma gitti. Hatta kendimi olayın komik olduğuna inandırma gayreti içinde ben de “Onlar bize ‘soğan kafa’ diyorsa (öyle derlermiş ya) biz de onlara ‘sarımsak kafa’ falan der, ödeşirdik be güzelim, n’aptın sen!” deyip zoraki gülerek Küçük Hoca’yla kendimce dalga geçtim. Ama bu kapağın, içteki söyleşinin (ki, başlığı Hoca’nın ağzından “Grup seks Sabetayizmin emridir”), bu söyleşiye dayanılarak gazetelerde ve internet sitelerinde yapılan onca yayının Türkiye ortalamasınca algılanışında aslında komik olan bir şey yoktu. Ben ve pek çok insan, bu arada anlaşılan Tempo’cular da, onun yazdıklarını, söylediklerini ciddiye almıyorduk. Söyleşiyi yapan Tutkun Akbaş, sorularıyla Hoca’ya saçmaladığını hissettiriyordu. Ama acaba iş orada bitiyor muydu? Zaten kafasındaki ilkel sorulara böyle ilkel cevaplar aramakta olan milyonlarca insana da komik mi gelecekti acaba bu zırvalar?

İlk kez duymuyordum, Sabetaycılara yapılan bu yakıştırmayı. “Sonra da… anlarsınız ya… aganigi naganigi” düzeyinde, daha efendice saçmalandığını duymuşluğum, okumuşluğum vardır. Ama bu kadar kesin ifadelerle, doğrudan ve terbiyesizce, sanki daha bu sabah o işin gerçekleştirildiği bir ortamda gözlemlerde bulunmuş gibi anlatılanı da Küçük Hoca’dan duymak varmış kaderde. Bakırköy Rıfat Ilgaz Halk Kütüphanesi’nde, İbrahim Alaettin Gövsa’nın Sabatay Sevi’sinin 50-60 yıl önceki orijinal baskısını bulup okumuştum. O da Sabetaycıların “öyle” olduklarına bizi inandırmak istemiş, ilgili bölümlerde. Ama o hiç değilse –mış, -muş diye atmış iftirayı. “Ben de şimdi oradan geliyorum, 14 kişi sayabildim,” der gibi değil! Ayrıca, popüler bir haftalık derginin kapağından ve bu kapağı haber yapan günlük gazetelerden de değil.

Hülya Avşar “Kaya usturuplu zina yapıyor” demiş, Küçük Hoca bundan Hülya Avşar’ın Sabetaycı olduğu sonucunu çıkarmış. Çünkü Sabetay Sevi’nin “Zina yapın ama usturuplu yapın” şeklinde bir emri varmış. “Ben Hülya Avşar’ın İbrani ve Sabetayist olabileceğini hiç aklıma getirmezdim” de diyor. Yani sadece kadının ağzından çıkan o cümleyle şıp diye koymuş teşhisi. Bütün diller gibi Türkçede de sıfat tamlamaları sınırlı sayı ve kombinasyonda olduğuna göre (zinanın önüne koyabileceğiniz kaç tane sıfat vardır?) insanların yaşarken ettiği lafları toplayıp incelerseniz, herkesi her şeyci ilan edebilirsiniz Küçük Hoca’nın yöntemiyle. Nüfus sayımlarında, aslında Star Wars filmleri için uydurulmuş bir din olan Jedi dinini din hanesine yazdıran İngilizlerin sayısı 390 bini bulmuş. Uydurma da olsa kendine göre kuralları, aşamaları, düsturları olan bu “rol icabı din”in hiçbir metnini okumadım. Star Wars’ların da tekini bile izlemedim. Ama Küçük Hoca’nın her an ortaya çıkarabileceği gibi, benim gerçekte –öyle sıradan bir Jedi da değil- bir “Jedi Şövalyesi” olup bunu gizlediğimi ‘gösteren’, Jedi metinlerinde fosforlu kalemle işaretlenip gözüme sokulabilecek ne laflar etmişimdir kim bilir… Papa Efendi Hazretleri’nin San Pietro Meydanı’ndaki o pazar ayini konuşmalarının kayıtları bir araya getirilip bir incelense, çok tekrarladığı kim bilir hangi sözlerin kuyruğu satanizmin kurucusu Anton Szandor LaVey’in “Satanic Bible”ında yakalanıp Vatikan’a suçüstü yapılabilecektir! Ama ben temel faşist metinlerde iz sürmeye gerek duymaksızın, Küçük Hoca’nın fena “sardırdığı” emeklilik hobisinden, heyecanından ve başkalarının kökenlerinden söz ederken “ortaya çıkardım”, “incelerim”, “yazacağım” gibi sözler kullanmasından hareket ederek, hani kendisi henüz faşist değilse bile, yaptığının faşizm olduğunu iddia ediyorum.

Faşistlerin kuyruğu mu var? Onlara faşist, düşünme şekillerine ve kuracakları rejime faşizm denmesi, insanların soyları soplarıyla ilgilenip sırf bu nedenle insanları aşağılamaları, suçlamaları, dışlamaları, daha ileri noktada da yok etmeye çalışmalarından dolayı değil mi? Altı-yedi yıldan beri her geçen gün daha fazla boş kafalı insanı kendisine çeken bu “Sabetaycı safarisi”ne faşizm diyebilmek için, “ortaya çıkarma” ve listeleme işleminin tamamlanıp Sabetaycıların “temizlenmeye” başlanmasını mı bekleyeceğiz? Solculuk iddiaları olmadığı için bu tür fikirlerinden dolayı rahatlıkla faşist diye nitelediğimiz insanların hepsi katil mi? Onlarınki de çoğu kez sadece bir bakış açısından ibaret değil mi?

İnsan kendisine bakarken objektif olamayabilir. “Köprüden önce son çıkış” tabelasını da fark edemeyebilir. Ama hiç değilse yirmi yıl önceki okurları ile bugünküleri kalite terazisinde tartıp ibrede kendi düşünsel evrimini görmeyi denemezse, Küçük Hoca tarihte Marksizm’den faşizme kaymış ilk ya da son insan olmayacak.

Yaygın kanının aksine, faşist olmak için anti-semitizm (Yahudi düşmanlığı) aslında zorunlu değil. Sadece, tarihteki en bilinen örneği bu temel üzerinde geliştirildiği için anti-semitizm faşizmin bir çeşit alameti gibi olmuş. Bu böyleyken, Küçük Hoca gibi faşist zihniyetten en uzak görünen birinin faşizmin tam da bu en bilinen kapısını zorlamasını, günlük hayatta böyle durumlar için kullandığım klasik esprimle yorumlayayım: Her şeyi önümüze sermiş, Allah daha bir de mektup mu yazsın!

Küçük Hoca’nın “usturuplu zina yapın” diye anladığı emir şöyle: “Sekizincisi budur ki aralarında zina hüküm sürmesin. ‘Beria’ vesilesinde dahi hilekârlardan dolayı ihtiyatlı bulunmak lazımdır.” (İ. A. Gövsa, Sabatay Sevi, s. 60) [Beria: yaratma, yaratılış]

Evet evet, vallahi başka bir şey yok. İşte, zinayı yasaklayan bu maddeden “tutan tuttuğunu becersin” sonucu çıkarıyorlar. Meğer bir sonraki cümlede “zina yapın” diyebilmek için, “zina yapmayın” diye girmiş lafa Sabetay! Ben bu kadarını anladım. Gerisi hayal gücü istiyor, yok bende ondan…

Sabetaycı avı yapılan sitelerde “İşte Sabetay’ın 18 emrinden birkaçı” diye sıralanan emirler arasında neden bu emre hiç rastlamadığımızın da açıklaması bu işte. Avcılarımız bunu bize gizli anlamlarıyla beraber zaten ballandıra ballandıra anlatacakları için, kafalarımızı karıştırmak istemezler.

‘Usturuplu zina’dan Hülya Avşar’ın Sabetaycılığı çıkmaz bence, ama Küçük Hoca’nın ‘usturuplu faşizm’i çıkabilir pekala. Usturuplu, yani “derli toplu, ustalıklı, uygun”.

Usturuplu, çünkü “ya sev ya terk et” demiyor, bu çalıntı sloganın aslı gibi “love or leave” de demiyor. Sadece, insanların gizlemeyi tercih ettikleri köklerini “ortaya çıkarıyor, inceliyor, yazıyor…”! Peki niye? Küçük Hoca, derdinin bilim olduğunu iddia ederken niye Sabetaycılığı tarih, sosyoloji, sosyal psikoloji, antropoloji, hatta ilahiyat pencerelerinden incelemiyor da, Sabetaycıları “ortaya çıkarıyor?”

Üsluba bakar mısınız: “Rantiye olmayan hiç kimseyi incelemiyorum. Haldun Dormen’i incelemedim. Sonunda eski karısı Betül Mardin çok kızdırdı, o zaman yazdım.”

İrtibatım olsa eski eşimi arardım hemen, “aman Hoca’yı kızdırma, benim aslında Jedi Şövalyesi olduğumu sermesin ortaya!” demek için…

“Ortaya çıkarma” yönteminin güvenilirliği de ayrı konu. Burada Küçük Hoca’nın çürük ‘yöntem’ini çürütmekle uğraşacak değilim. Kitaplarına iştahla saldıranlar arasında ‘yöntem’iyle ilgilenen var mı, ondan da kuşkuluyum. Kitap tirajlarına bakarken, bana hiç de bir bilim açlığıyla karşı karşıyaymışız gibi gelmiyor. Dine değil kine, bilime değil iman kırıntılarına, bilgiye değil iliklerine kadar sinmiş önyargılarını güçlendirebilecekleri söylentilere ihtiyaç duyan milyonların önüne şimdi de aslında çiğnene çiğnene sakız olup unutulmuş kadim bir iftirayı sürerek, ilgi çekmek istiyor.

Sabetaycılar inançları gereği grup seks ve eş değiş tokuşu yaparlarmış. Ama bunca yüzyıllar boyunca bu pislik hiç bir yerden patlak verip polise, adliyeye, basına yansımamış. Bir tek grup seks buluşmasında kavga çıkmamış 17. yüzyıldan beri, onca insan onca hararet içinde hiçbir sürtüşme yaşamadan topluca düzüşmüş. Milyonlarca eş değiştirme olayından bir teki, misal “adam beni kovup eşimi eve kapattı, gittiğimde beni de dövdü” diye şikâyet konusu olmamış 350 yıldır. Bir tek komşuları yanlışlıkla kapıyı açıp onları o halde görmemiş. Hatta koca bir dinsel topluluk tarafından yüzyıllardır uygulandığına göre pekâlâ muhtemel olduğu halde, yaşanan onca depremden birinde bir enkaz altından çıplak grup halinde Sabetaycı cesetleri çıkmamış. Kaynak hep “başkaları”nın –mış’lı –muş’lu anlatımları. Gördüm diye anlatan yok, yaptım diye anlatan hiç yok. Toplam sayıları belki milyonu bulacak onca Sabetaycı kuşağı, doğmuşlar, büyümüşler, bizi kandırmak için göstermelik evlenip birbirlerinin karılarıyla, kocalarıyla düşüp kalkmışlar… Kimin eli kimin cebinde, kim kimin gerçek babasıdır bilinemediğine, hep de cemaat içi evlilik yapıldığına göre büyük ihtimalle kardeş olduklarını bilmeden birbiriyle evlenenler de çok olmuştur o zaman (Aha! Bir iftira da benden!) Ve bütün bunlar bizim burnumuzun dibinde yaşanmış. Peki, ev ya da dükkân komşularımız, iş ya da okul arkadaşlarımız arasında geleneksel olarak grup seks yaşanan 350 yılın birikimi olarak elimizde ne kanıt var? …mış, ….muş, …miş, …müş… Hepsi bu kadar!

Daha somut bir “kanıt” örneği vereyim de, insan önyargısıyla mutlu ise onları hiçbir gücün ayıramayacağı konusunda siz de bana inanın. Sinem Karaağaç imzalı olup internette pek çok yerde bulabileceğiniz bir “araştırma”nın “Sabataycılıkta cinsi sapıklıklar” ara başlığı altında şunları okursunuz:

“Sabataycıların sıkça gündeme getirilen bir bayramı var: Kuzu Bayramı. Mesih Sevi’nin doğum günü olduğuna inanılan, Mart’ın 21. gününü 22’ye bağlayan gecesi mum söndü olarak nitelenen kutlama, bir yönüyle toplu seks olarak değerlendirilmektedir. Bu Kuzu Bayramı’nın artık kutlanmadığına dair iddialar varsa da Alaettin Gövsa kendi şahid olduğu bir örneği Sabatay Sevi isimli kitabının 97. sayfasında anlatmaktadır.”

Yanlış mı anlıyorum, siz karar verin:
1) Bir Kuzu Bayramı var.
2) “Bir yönüyle” toplu seks “olarak değerlendiriliyor.”
3) Artık bu bayramı kutlamıyoruz diyorlar.
4) Ama İ. A. Gövsa görmüş, kutluyorlar. Şu kitabın şu sayfasında anlatıyor.

Burada öyle bir mantık kurulmuş ki, Gövsa bunları bir 21-22 Mart gecesi topluca çiftleşirken görmüş zannediyor okuyan. Bu satırları internetten milyonlarca kişi girip okuyabiliyor ve Alaettin görmüş, valla bak, alt alta üst üstelermiş diye beynine ister istemez kaydediyor. Oysa çok az sayıda insan benim yaptığım gibi, o kitabın o sayfasına bakıyor ve şunları okuyor: “Bu kuzu etini muayyen bir zamandan evvel yememek âdeti bu kitabın muharriri tarafından da bizzat tecrübe ve müşahede edilmiştir. Makrıköyünde (Makriköy, yani bugünkü Bakırköy – mehmet) Sabatayistlere ait olan leyli mektepte müdür iken ilkbaharda aşçıya kuzu eti pişirmesi hususundaki emrini bir türlü dinletememiş, aşçının itaatsizliğine ait şikâyeti mektebin himaye heyetine kabul ettirememiş ve kendilerince muayyen zamanı gelmeden önce mektepte kuzu eti verdirmeğe muvaffak olamamıştı.” (Sinem Karaağaç’ın dediği yazar, dediği kitap, dediği sayfa, dediği şahitlik.)

Tebrikler Sinem Hanım! Benim bu yazımın yayınlandığı dakikada, siz de on binlerce, belki yüz binlerce komşusuna iftira atmış bir insan olarak tarihe geçeceksiniz, “bir yönüyle” yani…

Yine aynı ‘araştırmada,’ benim okuyunca “orada kanıtlar var uzakta, gitmesek de görmesek de o kanıtlar bizim kanıtlarımızdır” diye mırıldanıp güldüğüm bölümler var. Uzatmayayım şimdi, diyor ki, aslında Sabetayistlerin kendilerine ait yazılı kanıtlar da varmış, ama İsrail’deki arşivlerdeymiş, araştırmacılara açık değilmiş, kimse görmemiş, ama illa ki Sabetaycıların ahlaksızlığı orada açıkça görülüyormuş falan filan… İnternetten kendiniz okuyun, her yerde var bu ‘araştırma.’

Ama ben bir de şunu söyleyeyim: Önyargılarıyla mutlu internet alimleri, kaynağına bakmadan ve bilimsel ölçütlere vurmadan, işlerine gelen her kanıta sarılmaya hazırlar. Hele “kanıt” bir Yahudi’nin kaleminden çıkmışsa, ya da İsrail’deki arşivlerden çıkması umut ediliyorsa, ona laboratuar bulgusu muamelesi yapıyorlar. O arşivlerin Sabetaycıların aleyhine olduğu için açılmadığından niye bu kadar eminler, anlamadım. Belki de lehlerine olduğu için açılmıyordur. Zira benim anladığım kadarıyla Yahudiler, cenazeleri camiden kalkan bu Sabetaycıları hiç sevmiyorlar. Bu da doğal. Radikal solda da en katı düşmanlıklar, biri diğerinden doğmuş örgütler arasında yaşanır. İnançlı bir Yahudinin Sabetaycılar hakkında yazdıklarını okurken, Cübbeli Ahmet Hoca’nın Aleviler hakkında bir konuşmasını dinliyormuşçasına temkinli olmak gerekir… gibime geliyor.

Tarihçi Frederick William Hasluck, Osmanlı’da Sünnilerin Alevilere, Arapların Zerdüştlere, Türklerin Sabetaycılara aynı iftirayı attıklarını, 12. yüzyılda yaşamış Endülüslü bir Yahudi olan Tudelalı Benjamin’in de seyahatnamesinde aynı ithamı Dürzîlere yönelttiğini yazıyor. Komünistlere yönelik olarak 1950’li yıllarda yanılmıyorsam TBMM kürsüsünden bile dile getirilmiş bir karalama vardı: Memlekete komünizm gelirse, evinize girdiğinizde askıda bir erkek şapkası varsa geri çıkacak, adamın karınızla işi bitene kadar dışarıda oyalanacaksınız, diye. İddia sahiplerinin kendi eşleriyle ilgili bir fantezilerinden doğmuş olması da muhtemel bu senaryo, kadınları özne olarak değil de sadece “o işe” yarayan bir ev eşyası gibi görmesi bir yana, bir gruba okkalı bir iftira atılmak istendiğinde insanların hayal gücünün kasık mıntıkasından fazla uzaklaşamadığının da tipik bir göstergesiydi.
İçinden taşan kendi hastalıklı nefretini yaymak için, bir kişiye iki kişiye değil, çoğunu tanımadığı, yediden yetmişe, dünden bugüne, ölmüşler dahil kuşaklar boyu koca bir topluma bile bile kara çalmak… Bunu yapabilmek için gerekli olan ahlak yoksulluğu, ancak ahlak yoksunluğu temalı bir kara çalma ile perdelenebilir. Belki de budur, kasıklar üzerinde dönüp durmanın esbab-ı mucibesi.

On yıl kadar önce, bir taşra üniversitesinde, bizimkilerin kazandığı bir milli maçın ardından coşan erkek öğrenciler, milliyetçi sloganlar böğürerek ve kendiliğinden, içgüdüsel olarak kız yurduna yönelmiş, kapısına dayanmışlardı. Bir üniversiteden söz ettiğimin altını çizerek, milliyetçiliğin de kasıklarda yaşandığı bir ülkede Sabetaycılar hakkındaki ırkçı zırvaların yenik, hırçın ve kararmış bir ruh tarafından mumsöndü-eş değiştirme-grup seks boyutuna taşınmasının beni neden bu kadar öfkelendirdiğini anlamanızı rica edeceğim. Aynı zamanda, çıkacak kitabın neden satış patlaması yapacağını ve daha neler olabileceğini de…

Aynı kararmış ruh, sekiz yıl önce bugünlerde, aslında bağımsız Kürdistan’a dönüş yapacağını düşünerek gidip dört buçuk yıl kaldığı Fransa’dan dönme hazırlıkları yapıyordu. Dört buçuk yıl önce, 1994’te, yeniden döndüğü üniversitede profesör unvanını elde ettiği, emeklilik hakkı kazandığı ve Türkiye devriminden de iyice umudunu kestiği günlerde, yükselmekte olan PKK’yı gözüne kestirmiş, “ben Çiller’in başbakan, Demirel’in cumhurbaşkanı, Manukyan’ın vergi rekortmeni olduğu bir ülkede yaşayamam” diye basın toplantısı yapıp Fransa’ya yerleşmişti. Nedense, emekliliği dolmadan ve profesörlük almadan önce bu saydıklarını görmezden gelmiş, bu ülkede yaşamıştı. Kendisi -yaklaşan herkesi geri kaçırdığı için- gövdesiz bir baş, PKK ise başı yetersiz olan bir gövdeydi. Ne güzel rastlantıydı! PKK’da kitle vardı, başlarına kendisi gibi süper bir beyin lazımdı. Gidip kütüphaneler dolusu bilgi saklayan kafasıyla önce PKK Avrupa teşkilatını avucunun içine alırsa, sıra 1989’da Bekaa’da görüştüğü Apo’nun koltuğuna da gelirdi zamanla… Ama Kürt devrimine liderlik etme hayaliyle geldiği Paris’te, ola ola PKK televizyonunda tartışmacı olabildi kendileri. Türkiye’deyken de PKK’nın gazetesinde yazıyordu zaten. O Avrupa’ya bunun için mi gelmişti. Hüsran… O kanalda yaptığı konuşmalardan dolayı epey cezası olduğunu, hapse gireceğini bile bile, Paris’e giderken avucuna alabileceğini sandığı, belki kendisinin okuduğu kitap sayısı kadar köşe yazısı bile okumamış ama hepsi birer siyasi oyunbazlık erbabı, dalavere uzmanı olmuş köylülerin avuçlarından kendini Türkiye’ye zor attı!

Dağlarda Türk ve Kürt gençleri birbirini öldürecek, şehirlerde bombalar patlayacak, ülkede ceset dağları Ağrı’yla yarışacak, Küçük Hoca Paris’te oturup bu boğazlaşmanın bir tarafını yönetecek, strateji ve taktik belirleyecekti. Ama bu aşağılık makamın heveslisi de bol olduğundan, onu oraya oturtmadılar!

29 Ekim 1998 günü Türkiye’ye ve cezaevine giriş yaptı. Demirel hâlâ cumhurbaşkanı, Manukyan hâlâ vergi rekortmeniydi. Ha, evet Çiller başbakan değildi. Ama kader bu, cilvesiz durur mu? Hoca oradan yanında yol azığı olarak “Mesut bana haber gönderdi, ben de Apo’yu aradım, Tansu’nun suikastinden kurtuldu” sansasyonu ile geldiği için, aylarca Tansu Çiller’in yayınladığı Öncü gazetesinin manşetlerinden inmedi, yine Çiller’in BTV’sinin haber bültenlerinden çıkmadı.

…İşte ondan sonra da, Sabetaycılar madenini keşfetti. Halen orada. “Ortaya çıkarıyor, araştırıyor,” kafasını bozanları “yazıyor”!

“İYİ BİZ” İÇİN KÖTÜ “ÖTEKİ” ŞART! (MI?)

Benim için “Sabetaycının iyisi olmaz” ne kadar saçma bir düşünce ise, “Sabetaycının kötüsü olmaz” da aynı derecede saçma bir düşünce. Her milletin, dinin vs. mensuplarında olduğu gibi, Sabetaycının da iyisi de olur kötüsü de. Ama siz “Sabetaycının iyisi olmaz” saçmalığını kabul ettirme azminde iseniz, mesela TV’lerdeki hepsi birbirinden “hızlı” magazin kızlarından sadece Sabetaycı olanları görürsünüz. Onları ardarda ardarda öyle seri ve öyle sık anlatırsınız ki, okuyucu ya da dinleyicinin kafasında istediğiniz o izlenimi bırakırsınız. İnsan, en nihayet, aldanabilen bir varlıktır!

Olguları alt alta sıralayarak, Türkiye’nin demokrasiyle yönetildiğini de ispatlayabilirsiniz, faşizmle yönetildiğini de… Türklerin melek olduğunu da ispatlayabilirsiniz, şeytan olduğunu da… İspatlamak istediğiniz her şey için dünyada alt alta sıralayabileceğiniz yeterince olgu, olay ve örnek bulabilirsiniz. Hayat böyle bir şeydir çünkü.

Dünyada yeterli sayıda “iyi Sabetaycı” da vardır, yine yeterli sayıda “kötü Sabetaycı” da… Siz illa bunlardan sadece birini görmek istiyorsanız, sadece iyileri ya da sadece kötüleri görebilirsiniz. “Kötü” Sabetaycıların adlarını ve sizin seçtiğiniz icraatlarını alt alta sıralayarak, okuyan veya dinleyen kişide bu kötülüklerin onların Sabetaycı olmalarından kaynaklandığı düşüncesi oluşturabilirsiniz rahatlıkla. İnternette Sabetaycı cadı avı yapılan siteleri biraz incelerseniz, yapılanın bu olduğunu görürsünüz. Türkler, Amerikalılar, Araplar, Kürtler, Çinliler, Müslümanlar, Ermeniler, Aleviler gibi ağzımdan rast gele çıkacak her topluluk için geçerlidir dediklerim.

Aklın kendiliğinden çalışma şekli diyorum ben, şöyle bir mekanizma var: Kendisinden uzak tutmak istediği ne kadar kötülük, ahlaksızlık ve çirkinlik varsa ‘öteki’ne atfeder. Kendi ulusundan, dininden, mezhebinden, hatta ailesinden biri kötü, ahlaksız ya da çirkinse bu o birinin kişisel kötülüğü, ahlaksızlığı ya da çirkinliğidir. Ama ‘öteki’lerden bir tekinin kötülüğü, ahlaksızlığı ya da çirkinliği, onun ‘onlardan’ olması yüzündendir. ‘Onlar’ın arasında iyi, ahlaklı ya da güzel birine rastlanırsa, bu da o birinin kişisel iyiliği, ahlakı ya da güzelliğidir. Yoksa yani aslında ‘onlar’ kötü/ahlaksız/çirkindir… ‘Hedef’ kesimden bir tek kişinin olumsuzluklarını bile genelleştirirken, kendi kabilesinden karşılaştığı sayısız olumsuzlukları hep tekil örnekler olarak ele alır, genelleştirmez. Bu böyle bir mekanizmadır. Aklı kendi başına bırakmamak lazımdır! Felsefe bunun için vardır.

Ben naçizane, soru’nun kendisine karşıyım. Bırakın külliyen iyi ya da külliyen kötü milletleri, külliyen iyi ya da külliyen kötü bir bireyin olacağına bile inanmam. En kötü insanda bile iyilik vardır. Her çeşit insanı aylar, yıllar boyu yedi gün yirmi dört saat aynı odada bir arada yaşayarak tanıma fırsatı buldum. Tavsiye etmiyorum, yaşarken hiç hoş değildi. Ama en azından bu yazdığımı öğrenmiş oldum. Kimse sadece Türk, sadece Müslüman, sadece Yahudi, sadece Rus olmadığı gibi, sadece katil, sadece hırsız, sadece fahişe değildir. Biz kavrayabilmek için basitleştirmek zorunda kalmışızdır.

Komplo teorilerine “aptallar için entellektüel eğlence” diyorum. Hapishane kütüphanesinde bolca çeşidi bulunan ve “Türkiye’yi parçalamak için 100 plan”, “Rusların sıcak denizlere inme hayalleri”, “masonlar dünyayı nasıl idare ediyor”, “kızılların işçilerimizi ve gençlerimizi aldatma usulleri”, “Türk’e Türk’ten başka yoktur dost millet”, “Yahudilerin dünyayı ele geçirme planı” gibi isimler taşıyan zırvaların hepsini okuyup bir tür bağışıklık kazandığımdan mıdır, yoksa basitçe, bende komploları sezecek basiret doğuştan eksik olduğundan mıdır bilmem; Sabetaycılarla ilgili önüme ne çıktıysa hatmettim, ama kafamda sadece şöyle bir tablo oluştu: Sabetaycıların fikir ve eylemlerinde en az etkili olan unsur, Sabetaycı kimlikleri!

Her çeşit insan, her çeşit fikir var Sabetaycılarda. Aynı “normal” insanlar gibi yani. Hayret!

Benim 12 Eylül döneminde idam edilmiş yoldaşım var. Onun kalemini kıran hakim var. Polis var, asker var, yasadışı örgüt militanları da var. Her iki taraftan da “şehit”ler var. Dolandırıcı var, ama dolandırıcılık masası şefi de var! Bunca çeşitlilikte hâlâ ortak bir kötülük bulunabiliyorsa, ben de başka bir kötülük görmeye başlıyorum o zaman. Kafatasçılık dediğimiz şey: Sabetaycılar kötüdür, çünkü onlar Sabetaycıdır!

Filistinlilerle omuz omuza İsrail’e karşı savaşan Sabetaist devrimci gençler oldu geçmişte. Şimdi benim onları İsrail’in Türkiye’deki ajanları kabul etmem isteniyor. Bu nasıl bir imandır yahu! Nasıl bir nefret ihtiyacıdır ki, gözleri kör eder…
Bu öyle bir dermansız illet ki, Kürtleri cahil, kaba saba görüp fazla ayak takımı diye onlardan nefret eden aynı zihniyet, Sabetaycıları da okumuş görüp, fazla seçkinler diye nefret duyuyor! Çünkü mesele nefret edilen nesnede değil, nefret eden öznede. İnsan yeter ki nefret etmek istesin, yoktan malzeme/gerekçe yaratır kendine. Çevremde alnı secde görmeden yetmiş yaşına gelmiş, cenaze törenleri ve belki bir de bayramlar dışında camiye de uğramamış, ama Alevilerden neden nefret ettiklerini sorduğumda namaz kılmıyorlar, camiye gitmiyorlar diye cevap veren o kadar çok zavallı var ki. Dine değil kine ihtiyaçları olduğu için, namaz deyince de kendilerinin itikatları gereği yapmaları farz olan bu ibadeti niçin yapmadıklarını sorgulamaktan çok, itikatları gereği namazı farz görmeyen “öteki”nin niye farz görmediğiyle ilgileniyorlar. Sizde farz işte, kılsana!

Tıpkı, Sabetaycılarda gördüğü her olumsuzluğun Müslüman Türkler ve toplumdaki diğer kesimler için de geçerli olduğunu görmeyen usturuplu faşizm gibi…

Tek tek saydınız mı kardeşim, memleket kötülerinin çoğu gerçekten Sabetaycı mı? Oranları alayım, kaçta kaç?! Ya da Sabetaycıları sıraya dizip tek tek kontrol ettiniz ve içlerindeki kötü oranı iyilerden fazla mı çıktı? Kaçta kaç?!

(Hem iyi ne, kötü ne, ben kimim, burası neresi? Hani biz solcuyduk… niye baş aşağı… duruyoruz ya… korkuyorum!)

Diyelim ki Sabetaycılar çoğunlukla bu toplumun seçkinleri arasındalar. Ne güzel. Biz nasıl seçkin olacağız? Ortalama –dile kolay!- 3,5 yıl ‘okuduğumuz halde’ seçkin olmamamızın ardında azınlık komplosu arayarak mı? Hayatımızda iyi olan ne varsa biz başardık/kazandık/yendik/aldık, kötü olan ne varsa başkalarının yüzünden, değil mi?

Ulan Sabetaycılar olmasa o 3,5 yıl da aslında daha az çıkacak, adamlar ülkenin eğitim ortalamasını yükseltiyor be! Sıvacı, boyacı falan mı olacaklardı?

Sabetaycıların neden seçkin olduklarını anlamak için saçma sapan teoriler uydurmaya, kuruntular üretmeye gerek yok. Şöyle düşünmeyi teklif ediyorum ben:

Bu insanlar genelde seçkinler, çünkü babaları da seçkinmiş. Babaları da seçkinmiş, çünkü senin deden elinde kalan son birikimle babana dillere destan düğün yapmayı tercih ederken, onun dedesi elinde kalan son birikimle oğlunu Amerika’ya uzmanlık eğitimi almaya göndermiş. Dedelerinizin eş dost akrabaya hava basma ve düşman çatlatma şekilleri farklıymış, hepsi bu! Gizli sinagoglarda toplanıp Türkiye’yi ele geçirmek için sırada hangi adım var diye tartışıyor değiller. Etraflarında hep okumuş, yükselmiş uzak yakın akrabalar gördükleri için gıpta ya da kıskançlıkla, ya da basitçe, başka yaşam şekli bilmedikleri için okuyup bir yerlere geliyorlar. Sen kansere çare buluyordun da Sabetaycılar mı engelledi? Bir çocuğun babası avukat, amcası mimar, dayısı doktor, kuzenlerinden bazıları mastırlı doktoralı, teyzeleri, hatta ev kadını olan annesi bile belki üniversite mezunu ise o çocuk ne olur, kamyon şoförü mü! Ve ayrıca “bunlar var ya bunlar,” bir yerde yetkili iseler, işe eleman almak ya da yükseltmek için önlerine gelen üç-beş isimden birini seçmeleri gerektiğinde, tıpkı Kürtlerin, Lazların, Çerkezlerin, Alevilerin, İslamcıların, ülkücülerin, solcuların, Erzurumluların, Amasyalıların, Adanalıların yaptığı gibi, “kendilerinden” olanı seçmeye eğilimli oluyorlar…

Her şey bu kadar basit olamaz mı? Olabilir tabii, ama o zaman bu hikâyeler tiraj yapmaz. Küçük Hoca Tempo’ya kapak olmaz…

“SOLUN HASAN MEZARCI’SI” ADAYI

Kapak dedim de, zincirleme anılar akmaya başladı, yakalayabildiklerimi aktarayım… Daha Mülkiye’de öğrenciyken, 1950’lerin sonlarında, Demokrat Parti iktidarına karşı verdiği mücadeleyle Metin Toker’in yayınladığı, dönemin popüler haftalık dergisi Akis’e kapak olmuş Küçük Hoca. Böyle bir kişisel tarihten geliyor. Türkiye devriminin hem Lenin’i hem Stalin’i olma ihtirasıyla otuz yıl günde dört saat uyuyup üç yüz sayfa kitap okuyan Küçük Hoca’nın, devrimin ufukta bile görünmediği bir Türkiye’de hayatının sonbaharını sürmeyi içine sindirebilmesi, onunki çapında bir ego için hiç kolay değil tabii, kabul etmek lazım. Ama şu ya da bu kesime karşı bilimsel kılıflı cihat yürütmek için geçerli mazeret de değil onun hayal kırıklığı.

1988’de, o zaman çalıştığım dergiden patronum Mehmet abi ve rahmetli sendikacı Sait abi ile birlikte bir panel için gittikleri Gaziantep’te topluca gözaltına alındıklarında Küçük Hoca bir ara gözlerini uzaklara dikerek sevgilisine “o da korkardı dersin… o da korkardı diye yazarsın,” demiş. Hani Krupskaya Lenin’den Anılar’ı yazmış ya, ileride de Küçük Hoca’dan Anılar yazılacak…

Müstakbel Krupskaya bunu devrimi ve Küçük Hoca’nın ölümünü beklemeden, Antep’ten dönüşlerinde anlatmıştı da, epey mizah malzemesi çıkmıştı bize. Mizah malzemesi yaptığımız bu hanımın saflığı değil, Hoca’nın megalomanisi (büyüklük hastalığı) idi elbet. “Aslen” oyun yazarı olan hanımefendi, aynı zamanda şarkıcı ve romancı da kabul edilir arkadaşları arasında. Hikâyeleri de varmış. Kırk yaşından sonra şarkıcı olup kaseti çıktığında “elli yaşından sonra da resme başlayacağım” diyordu, belki ressam da olmuştur, buralarda yoktum, bilmiyorum. Kaseti Mehmet abinin sahibi olduğu Yeni Dünya Plak’tan çıkmıştı. Ahbaplarının yani. Ben içerideyken yayınlanan saçma sapan romanları ise, Beyoğlu’nda, yazarların kitaplarını kendi paralarıyla yayınlattığı, yayınevinin sadece teknik işler, yayınevi adı ve dağıtım kanalları karşılığında, yazardan aldığı paradan başka, kitabın gelirine de sahip olduğu ilgili herkesçe malum bir yayınevinden. Belki ellisinden sonra ressam da olmuştur da, tanıdık galeri bulamadığı için resimleriyle adını duyuramamıştır.

Hoca’nın takma adla yazdığı yazılarda kullandığı mahlas, “Çelik Bilgin” idi. Stalin adının Rusçada “çelik adam” anlamına geldiğini de belirteyim. Bugün bir arkadaşımla konuşuyorduk. Küçük Hoca’nın Sabetaycılardan nefret etmesinin nedenini sordu. Hoca’nın nefret etmediği bir bunlar kalmıştı, bunlara da sıra gelecekti elbet, diye cevap verdim. Aslında şaka da sayılmaz, doğruya çok yakın. Sesli düşünüyordum. İkinci cevabım şöyle oldu: Galiba 1987 yılıydı. Ankara’da belediye Kızılay’ın göbeğindeki Güven Park’ı otopark yapmaya kalkışınca o zaman için ciddi bir tepkiyle karşılaştı. Çevreciler ve sivil toplum kuruluşları eylemler yaptılar. Küçük Hoca küçümsüyordu böyle ottan yapraktan eylemleri, kendisi toplumsal devrim yapacaktı. Park eyleminin öncüleri arasında ’68 kuşağından isimler de bulunduğu için, “kırları kurtaracaklardı, Güven Park’a razı oldular” diye alay ediyordu. Küçük Hoca da (Çelik Bilgin) Türkiye’nin Stalin’i olup 70 milyona çullanacaktı, Sabetaycılara razı oldu!

Bu da tamamen yanlış değil. En azından, adamdaki hıncın yenilmiş, kaybetmiş bir muhterisin hıncı olduğunu açıklıyor. Sabetaycılar olmasa başkası olacaktı. Sabetaycılar gizemli mevzu olduğu için, dergilere kapak olma ihtiyacına da cevap veriyor. (“Ün ilkelliktir,” değil mi hocam? Biz senden öğrendik…) Sabetaycıların kapalı bir cemaat olmasından kaynaklanan gizemin konuya ilgiyi arttırması, Küçük Hoca’nın da bu ilgiyle yakından ilgilenmesi yani… Ha bir de şu olabilir: Bağırsaklardan internet sayfalarına salınan onca efsaneye rağmen, Türkiye’de en korunmasız olan hedef, Sabetaycılar aslında. Ortaya çıkıp “biz öyle değiliz” demeleri bile zor. Adam aslında inançsız olup kendisini cemaatten hissetmese bile bir şey diyemez. Çünkü her an saldırganlaşma potansiyeli taşıyan bu histeri karşısında akrabalarını deşifre etmek istemez. Bu da birilerine saldırarak psikolojik ve sosyal tatmin sağlayacak kimselerin cesaretini arttırıyor. Bu son furyada görüldüğü gibi, ülkeyi ellerinde tuttukları söylenen bir topluluk, kendilerini aşağılayan, yerden yere vuran, isim isim hakaret eden, dahası listeler halinde hedef gösterenlere karşı hiçbir şey yapamıyor. Hani Türkiye bunların elindeydi? “Sabetaycılar ve Grup Seks” diye kitap çıkacak, niye engelleyemiyorlar? Yok yani, bu nasıl hâkimiyetmiş, onu merak ettim…

Tam yeri… Tam burada, yukarıda zina ile ilgili olanını yazdığım Sabetay emirlerinden bir başkasını yazmak isterim: “Altıncısı budur ki, onlar arasında katiller bulunmasın. Hatta kendilerine nefret eden başka millet mensuplarından da kimse öldürülmesin!”
Yoksa bu da “öldürmeyin” derken aslında “sağ bırakmayın” mı demek istiyor? Zina maddesinden sıra gelirse bunun da yorumlanmasını isterim şahsen.

Ormanda benim hafızam için ‘on kaplan gücündedir’ derlerdi! Benim hatırladıklarımı hatırlamayan bazı eski arkadaşlar, Hoca’nın durumunu bunama ya da ileri yaşlarda bazı kimselerde görülebilen mizaç değişikliği ile açıklamaya çalışıyorlar. Küçük Hoca hep böyleydi. Nitel değil nicel bir değişim var. Bugüne dek Türkiye’nin Lenin’i olma hayallerine sığınarak, Berlin Duvarı’na yaslanarak, sonrasında PKK’ya tutunarak iyi kötü idare etmişken, geldiği noktada kendisinin aslında sadece bir memur emeklisi olduğunu hissedip zıvanadan çıkma durumu… Değişen, teorik birikimine ve siyasal geçmişine ihanet edercesine, dünyaya soy sop temelinden ve komplo mantığıyla bakmaya başlamasıdır. Ama kanımca hem birincisine “geçiş” çok zor değildir, hem de paranoya sınıfına girebilecek bugünkü her sözünün yirmi yıl öncesinde izleri vardı.

Hatta daha öncesinde de başka ipuçları varmış: Eski DPT (Devlet Planlama Teşkilatı) yöneticisi Ali Nejat Ölçen’in teşkilattaki anılarını kaleme aldığı Devlet Yokuşu kitabında adı geçen bürokratlar arasında Küçük Hoca da var. 1960lı yılları anlatan kitapta Ali Nejat Ölçen’in Küçük Hoca için söylediği “Her şeyin içinde bir savaş arardı. Kafasında bitip tükenmeyen bir kavga vardı sanki” ve “Ona göre biri ya kazanır, ya kaybederdi” gibi sözler, benim 1980’lerde tanıdığım Küçük Hoca’ya da tıpatıp uyuyor. Ve emin olun şimdi, 2000’lerde de farklı bir Küçük Hoca ile karşı karşıya değiliz.

Biraz empati: Burjuvazi diye, oligarşi diye harflerden düşmanlar belirlemiş ve yetmiş yaşına kadar kelimelere kılıç sallamaktan yorulmuşsa insan, o soyutluğun içini daha somut, adı sanı olan bir sosyal kesimle doldurmak müthiş rahatlatıcı bir keşif olmaz mı? Dünyaya soy sop temelinden bakışa “geçiş” dediğim, bu. Bunun için Sabetaycılardan uygunu da yok gerçekten. Her yüksek yerde Sabetaycıya rastlayınca (hele kişi bir de “algıda seçicilik”le parlatabileceği bir önyargı taşıyorsa) kavram soyutluktan çıkıp “ben oligarşi gördüm” cümlesiyle örneklenebilecek hal alıyor. Ama bunun tarihten gelen onca nedeni varken komplo (Hoca, “tertip” diyor) paranoyalarına sarılmak, adamın ayağını soldan sağa kaydırır.

“Dışişleri bakanı falanca ülke başkentinde filanca toplantıya katılıyor, aynı gece Ankara’da Küçük Hoca gözaltına alınıyor. Rastlantı mı?” gibi ‘değerlendirmeler’ çok yer almıştır, Küçük Hoca’nın Toplumsal Kurtuluş dergisinde. (Şeytan diyor, dal arşivlere, elinde 300 sayfalık bir kitapla çık!)

1992 olabilir, veya 1993. Galiba Hoca’cıların çıkardığı Yeni İnsan dergisinde başlayıp Doç. Mustafa Sercan’ın Küçük Hoca’nın yazısını İnsancıl dergisinde eleştirmesi ve Hoca’nın da İnsancıl’da cevap vermesiyle oraya taşınan bir “Ruhi Su Türk olamaz” tartışması vardı ki, bugün Sabetaycı ‘deşifre’ etmekte kullandığı bazı tuhaf mantık zincirleriyle orada da “güzel sesli biri Türk olamaz” iddiasını inatla ispatlamaya çalışmıştı Hoca. (Bu dergilerin hepsini saklardım ben ya… Ankara Emniyetinin kalorifer kazanlarında yakılıp polisleri ısıtmakta kullanıldı sonra. Neyse…) Küçük Hoca, sesini güzel bulduğu ve atalarının Türk olmadığı bilinen 5-10 şarkıcı sayıyor, buradan “hipotezimi kuruyorum: Türklerde ses yoktur” deyip, oradan “bu durumda Ruhi Su’nun Türk olmaması gerekiyor, zaten şurada şu yıl doğmuş, orada o yıl şöyle şeyler olmuştu” diye ‘ispat’a geçiyordu. Şimdi Tutkun Akbaş’ın “Bu ülkede çok para kazanan, ünlü olan herkes İbrani midir size göre?” sorusunu “Hipotezi öyle kuruyorum, sonra araştırıyorum” diye cevaplıyor ya, onun ortalık yerde hipotez kurma alışkanlığı yeni değil yani. “Çürütemiyorlar,” diyor. Kardeşim, sen odanda kursana hipotezlerini! İspatla, sonra yaz. Ben niye çürüteyim, hipotez senin hipotezin, sen ispatlasana! Elli bin kişi seni okuduktan sonra ben çürütsem ne olacak!

…Yani her şey Avrupa dönüşü, Sabetaycı madenini keşfedince sıfırdan başlamadı. Temel hep vardı. Belki temelin de temelinde, Ali Nejat Ölçen’in kırk yıl önce fark ettiği şey vardır: “Kafasında bitip tükenmeyen bir kavga vardı sanki…”

Hipotez değil, temenni de değil, kaygı olarak okunmasını isterim: Küçük Hoca’yı “solun Hasan Mezarcı’sı” olma yolunda görüyorum. Hasan Mezarcı, hani sonradan garip kıyafetlerle ortaya çıkıp ben İsa’yım diyen eski radikal İslamcı muhalif. Kendisinin Mesih olduğuna öyle ince düşünülmüş, öyle akla gelmeyecek, bir açıdan bakıldığında öyle mantıklı kanıt ve işaretler sayıp döküyordu ki… Mezarcı’ya üzüldüm ben, Küçük Hoca’ya da elbette üzülürüm. Bu paragrafta eleştiri yok. Hocam kendisine dikkat etsin…

“BU MUYMUŞ LA ONOMASTİK!”

Tempo’daki söyleşide Hoca’nın cevaplarıyla sinirlerimin, muhabirin sorularında Hoca’nın düştüğü hallerle moralimin bozulup ikisinin tepkimeye girmesiyle kilitlendiğim, bu yazıyı yazma konusunda yeniden kararsızlaştığım bir gün, Bakırköy D&R’a gittim. İşsiz olduğum için kitap alacak durumda değilim. Züğürtlükten, evden bile seyrek çıkabiliyorum. Bakırköy’ün ötesine de pek geçemiyorum. Allah’tan cezaevi alışkanlığı var, günlerce kapıdan dışarı adım atmasam da hissetmiyorum. Küçük Hoca’nın yeni dönemde (1998 sonrası) çıkan kitaplarının hiçbirini okumadım. Şart da değil. Bana Türkiye’nin yarısının İbrani olduğunu ispatlasa ne yazar! Ben misal bu yazının bir yerinde “Türkiye’nin yarısı İbrani değildir” gibi bir şey mi diyorum ki, kitaplarını okumak zorunda olayım. Öyle şeyler, düşmansever ilkel zihinlerin ilgi alanında. Yine de para kazanırsam alacağım Hoca’nın bütün kitaplarını. Cezaevindeyken Aydınlık’ta ve Bilim ve Ütopya’da yazdıklarını okurdum. Şimdi de internete düşenleri okuyorum. Zaten ben genel olarak şimdilik sadece internetteki kaynaklardan ve Bakırköy Rıfat Ilgaz Halk Kütüphanesi’ndeki kitaplardan sorumluyum!

Kitapçıda Tekelistan’ı (sadece bu ismi, cilt no, alt başlık yok, 2003’te çıkmış) elime alıp rast gele tek bir sayfa açtım. Ayaküstü okurken ürperdim. Yazılanlardan değil, 864 sayfa içinde o sayfayı açmış olmamdan dolayı. Kitabı yerine koyup başka bir şeye bakmadan hızla çıktım. Kendi kendime, yine Küçük Hoca’dan öğrendiğim, Stalin’in bir lafını mırıldanıp duruyordum: “Eta li slaçayni tavarişi, nyet tavarişi ni eta ni slaçayni!” Rusça. Anlamı şu: Bu bir tesadüf olabilir mi yoldaşlar, hayır, bu bir tesadüf olamaz yoldaşlar!

Orada Mehmet Ağar’ın soyadının onomastik (onomastik, yani isimbilim: Küçük Hoca, dünyanın aslında başka galaksilerden gelen Yahudilerin bir komplosundan ibaret olduğunu ispatlama yolunda koşar adım ilerlerken bu bilimden yararlanıyor!), evet onomastik incelemesini yaparken, ‘ağar’ kelimesinin Türkçede bulunmadığını ve Türkiye’de soyadı olarak rastlanmadığını iddia ediyor. Oralarda Ermeniler falan da vardı gibi bir şeyler geveleyerek Mehmet Ağar’ın Ermeni olduğunu ima ediyor. Herkes kendince, ben de şahsen kendimce Mehmet Ağar’ın ne olduğunu biliyoruz. Bu saatten sonra bir Ermeni ya da Orta Dünya’lı bir hobbit olduğunun anlaşılması benim gözümde Mehmet Ağar’ı değiştirmez. Kaldı ki Ermenilik kişinin kendi seçtiği bir şey olmadığı gibi, iyi ya da kötü bir şey de değildir. Ama kendi anadilindeki ‘ağar’ kelimesini bilmeyen bir onomastikçilik ve “bu soyadı başka yerde yok” derken neye dayandığını bizden gizleyen bir ultra-mega-hiper-süper bilim adamlığı, bence kötüdür. Tıpkı soy sop dedektifliğinin bir solcu için utanılacak derecede kötü olması gibi. Görün bakın, şimdi yazacaklarımla, Mehmet Ağar’ın onomastik Ermeniliği iddiası koskoca Küçük Hoca’nın bilimsellik iddiasını da yanına alıp nasıl sıvışacak.

TDK’nin sözlüğünde bile (ben internet sözlüğüne baktım) yer almadığı için elimdeki diğer sözlükleri tek tek saymayayım şimdi, bendeki hiçbir sözlükte ‘ağar’ diye bir kelime yok, doğru. Ama ta 18. yüzyılda ne demiş Samuel Johnson, “No dictionary of a living tongue can ever be perfect – Yaşayan dilde mükemmel sözlük olmaz”!

‘Ağar’ kelimesi, bugün “ilk göz ağrım” diye söylediğimiz sözdeki “ağrı”nın otantik ve doğru biçimidir. Ulu çınarımız Yaşar Kemal, “ilk göz ağarı, ilk gelen aydınlık demek,” diyor. “Gördüğünüz yerde ‘ağrı’ diye düzeltmeyin,” diyor. Yani Mehmet Ağar’ın soyadı, “Aydınlık”… Son derece!

(Bu arada, Küçük Hoca’nın Yaşar Kemal’in dünyaca tanınmış olmasını da rahmetli karısı Tilda’nın Yahudiliğine bağlamayı başardığını hatırladım, hapishanede okuduklarımdan. Ağar aslında bu anlama gelmiyor da, biz Yaşar Kemal’in de katıldığı bir Yahudi oyunu ile yanıltılıyor olabilir miyiz diye düşünmedim değil. Uyanık olmak lazım!)

Ayrıca bütün ciddi sözlüklerde bulabileceğimiz “ağmak” diye bir fiilimiz var ki, bunun üçüncü tekil şahıs ve geniş zaman çekimi elbette “ağar”dır. Yani “sevmek”ten nasıl “sever” soyadı oluyorsa, “ağmak”tan da “ağar” soyadı olabilir.

(ağmak (I) 1 . Sarkmak, aşağıya inmek: “Hiç konuşmadan güneş batıya ağıncaya dek çalıştılar.”- R. N. Güntekin. 2 . Bir yana eğilmek, meyletmek.
ağmak (II) Yükselmek, yukarı doğru çıkmak: “Ay oldum âleme doğdum, bulut oldum göğe ağdım.”- Yunus Emre.) (bkz. http://www.tdk.gov.tr)

Bu kadar da değil. Ağar aynı zamanda, TDK sözlüğüne göre beyazlaşmak, rengi solmak, ve şafak sökmek gibi üç ayrı anlamı bulunan “ağarmak” fiilinin emir kipinden çekimidir ki, pekâlâ bu anlamıyla da soyadı olarak seçilebilir.

Şimdi, Mehmet Ağar’ın dedesi ya da babası, ya da her kimse, ailesine bir soyadı seçeceği zaman, şuracıkta ayaküstü yedi ayrı anlamını ortaya döktüğüm bu “ağar”ı seçmişse ve Küçük Hoca tarafından bu soyadına bakarak Türk olmayabilecekleri ima ediliyorsa…
Bu muymuş yani Küçük Hoca’nın soy sop teşhis yöntemi! Atmaya atıyor, bari onomastiği rahat bıraksa… Dilbilim âleminde “özel isimleri inceleyen dal” diye resmi kabul gördüğüne göre herhalde bunun aslı böyle işkembe-i kübra temelli bir şey değildir. Yok mudur bunun derneği falan, ya da Onomastikçiler Odası, başvurup şikâyetçi olsak!

Neyse, gelelim Ağar’a soyadı olarak rastlanmadığı iddiasına… Benim 21 yıl önce, aileminse benden iki yıl sonra ayrıldığımız memleketim Besni’de, Sivas ve Erzurum kongrelerinden 1970’lerin sonlarına kadar, Besni nereye bağlıysa o vilayeti (Malatya-Gaziantep-1954’ten beri Adıyaman) temsil etme görevini Ağar’lar yapmıştır! Hüveydilerden Reşit Ağa (1870-1935) Atatürk’ün daveti üzerine Erzurum ve Sivas Kongrelerine Malatya temsilcisi olarak katılmış, birinci ve ikinci dönem Malatya, üçüncü, dördüncü ve beşinci dönem Antep milletvekilliği yapmıştır. O zaman soyadı yoktu, doğru, ama Reşit Ağa’nın soyundan gelen Sait ve Halil Ağar, 1950’lerden 1970’lerin sonlarına kadar TBMM’de sağ partilerden milletvekilliği yapmışlardır.

Daha nasıl rastlanacaktı Ağar soyadına?!

Lisede, aileden okul ve sınıf arkadaşlarım oldu. Mehmet Ağar’la bir akrabalıkları yok. Ağar’ları biz Türkleşmiş Kürt olarak biliyorduk. Ama Adnan Menderes Kaya’nın yakınlarda okuduğum “Avşar Türkmenleri” kitabında (Geçit Yayınları, 2004) Besni’deki Hüveydi aşiretinin aslen Avşar Türkmenlerinden olup Avşarların bazı yerlerde Kürtleşmiş oldukları yazıyor. Yani bir belirsizlik var. Küçük Hoca bir el atsa da, yakın gözlüğünü takıp adlarına soyadlarına bakarak şıp diye çıkarsa Hüveydilerin köklerini! (Allahım yarabbim ya…)

Ağar kelimesi ve soyadı ile ilgili olarak, kafamda işte bunlar vardı. Herhalde anlaşılmıştır, bir kitapçıda karşıma çıktığı için ayaküstü elime alıp rast gele tek sayfasını açtığım 864 sayfalık kitapta o tek sayfanın “ağar” sayfası olmasının bana neden “yaz ulan o yazıyı” diyen ilahi bir işaret gibi göründüğü. Tesadüf müdür tevafuk mu bilmem ama, çok ilginç gerçekten…

HIK MIK… İŞTE… ÖYLE…

Güne güneş doğmadan başlamayı sevdiğim için, öğle saatlerinde 20-30 dakika kestirmem gerekiyor. Otuz dakikayı geçince niteliği olumsuz anlamda değişen, hani uyku bir deniz ise dibe çökerek değil de şöyle bir dalıp dibe değmeden tekrar yüzeye çıkarak yaşanması gereken bu şekerlemenin ardından gözümü açtığımda zihnim o kadar tazelenmiş oluyor ki, bir gün yazar olursam diye şuraya buraya karaladığım notların, fikirlerin, buluşların en parlakları genellikle bu “cat nap” sonrası damlıyor içime. Bugün de bu yazıyı düşünerek gözümü açtım öğle uykusundan. Tempo’daki Küçük Hoca röportajını bir daha okuyayım dedim. Sabetaycılar… aile… tahrip ediyorlar…

Devam etmedim, bıraktım. “Dinime söven Müslüman olsa” atasözü belirdi gözümün önünde. Kafamın içinde dönmeye başladı. Hayır, bunu Sabetaycılar söylemez, onlar Müslüman değil… ama Küçük Hoca da söyleyemez, o da dinsiz… Küçük Hoca söyleyecek olsa, Rusça da bildiğine göre, “Camdan evin varsa, komşunun evine taş atma” mealindeki Rus atasözünü söylerdi bence. Evet evet, onu söylemeli. Söylemese bile aklından geçirmeli: Camdan evin varsa, komşunun evine taş atma…

Tamam, kurtuldum! Kafamın içinde dönüp durmuyor artık.

Google’a Küçük Hoca’yı arattım. Yeni bir şey yok, öylesine dolaştım oltaya takılan sonuçlar arasında.

Sonuçlardan biri bir çağrışım fişeği ateşledi. Sanki o yıllarda… galiba başka bir devrimci büyüğümüzün… yıllar boyunca İstanbul’da kocasıyla, Ankara’da onunla yaşayan, sanatın her dalına maydanoz evli bir sevgilisi vardı gibi. Gizli olmayan, en azından Ankara’da açık yaşanan, içimizi bulandıran, ama “vardır herhalde bir bilmediğimiz izah şekli” diye tuhaf bir “tevekkül” içinde aklımıza getirmemeye çalıştığımız. Küçüğüz ya hani, kelli felli devrimci abilerimiz, ablalarımız değil de biz rahatsız oluyorsak durumdan, herhalde henüz yeterli kemalata ulaşmadığımız için bize açıklanma zamanı gelmemiş bir sır vardır, şeklindeki ruh hali. (“Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) buyuruyor: -Şeyhine (neden?) ve (niçin?) diyen mürid iflah olmaz. Şeyhine itiraz eden müridin üzerine feyz kapıları kapanır. Mürid, şeyhini kontrol edip ona itiraz edemez.”)

Belki de 17. yüzyıldan, Sabetay Sevi’den gelen sırlı emirler vardır hakikaten. Şimdi Tempo’daki röportajda Küçük Hoca’nın söylediklerine bir an inanacak olsam, o iç bulandırıcı konu şıp diye aydınlanıyor: Her üçü de Sabetaycı anlaşılan ki, İstanbul’daki koca, Ankara’daki sevgili ve ortadaki hanım, Sabetaycılığın mealen “zina yapın, grup halinde çiftleşin ki günahlar artsın, mesihin günü gelsin” şeklindeki emri gereği idare etmişler birbirlerini. Zaten koca (İstanbul’da olan) zengindi de. Sabetaycılar zengin olurmuş ya hani… Tabii üçlü ilişkide asıl amaç, aileyi yok etmek. Küçük Hoca’nın aile konusundaki bu hassasiyeti gözlerimi yaşartıyor hakikaten… Neyse, söz konusu hanımın şair kocası (İstanbul’da olan) 2002’de ölmüştü, ben içerideyken. İşte onun gazetelerden aktarılmış cenaze haberlerine rastladım da bir sitede. Küçük Hoca da cenazeye iştirak edenler arasında sayıldığı için, aramada o site de çıktı Hoca’nın adından dolayı. Tazelenmiş belleğimi bu can sıkıcı anılarla dolduran, bu cenaze haberleriydi. Küçük Hoca’nın aile müessesesine büyük saygısı olmasa ihtiyar şairin cenazesine katılıp ailenin acısını paylaşır mıydı? Ortadaki hanımın sevgilisi de (Ankara’da olan) katılmıştır mutlaka cenazeye. Değil mi hocam? Bunları siz bizden daha iyi tanırsınız. Aileyi yıkmaya yönelik “tertibi” ortaya çıkarıyorsunuz ya! Cenaze tarihi itibariyle 18 yıldan beri karısıyla yattığı adamı uğurlamaya da mutlaka gitmiştir Ankaralı sevgili? Sabetay Sevi’ye uyarak sağlığında rahmetliyi de ekibe dahil edip ‘grup’ olarak bir etkinlikleri olmuş mudur bilemeyiz, ama şimdi mesela bu hanım ve sevgilisinin (Ankara’da olan), ve de tabii kocasının (İstanbul’da olan) Sabetaist olduklarından emin olabiliriz Küçük Hoca’ya göre. Aileyi tahrip etmelerinden belli!

İşte böyle… Öğle uykusu iyidir. Yarım saati geçmesin. Bu bölüm de bir hatıra olsun, yazıyı nasıl yazdığıma dair. Bir kesit… Bir sahne… Öylesine!

TÜRKLÜĞÜMÜ BURNUMDAN GETİRDİNİZ!

Baştan söyleyeyim de kimse boşuna araştırmasın: Benim köküm Hititlere dayanıyor kardeşim. Buranın yerlisiyim! Türkler en son geldi, biz de Türk olduk. Burnumuzdan getirmeyin…

Orta Asya’dan Anadolu’ya toplam bir milyon kadar Türk geldiği tahmin ediliyor. O sırada bu topraklarda yedi milyon insan vardı. Malazgirt savaşında yedi milyon ölü var da bizden mi gizleniyor? Ya da yıllar önce Küçük Hoca’nın Ankara adliyesinde hakimler karşısında resmi tezlerle dalga geçmek için söylediği gibi (geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer hocam!) “1071’de Türkler Türkleri fethetti” de biz mi yanlış anladık? Neysek neyiz. Kavimler Kapısı Anadolu’da harman olduk, bugüne geldik. Bu saatten sonra ayrışma olacaksa; Sabetaycılar Selanik’e, Yahudiler İsrail’e, komünistler Küba’ya, mollalar İran’a, başörtülüler Arabistan’a (Demirel dedi), Ermeniler Ermenistan’a, Boşnaklar Bosna’ya, çukurovadaki Araplar Mısır’a, güneydoğudaki Araplar Irak’a, Rumlar Yunanistan’a, Nusayriler Suriye’ye, Gürcüler Gürcistan’a, Çerkezler Kafkasya’ya, Lazlar işte nereden geldilerse oraya, şiiler Azerbaycan’a, Kürtler Kuzey Irak’a… derken bu iş çok uzayacak. Bence usturuplu-usturupsuz bütün faşistler Orta Asya’ya gitsin, konu kapansın! Biz burada daha binlerce yıl yaşarız bir arada.

Benim için pek önemi olmadığı için fazla araştırmadıysam da, bildiğim kadarıyla ben de Türkmen soyundan, yani Orta Asya kökenliyim. Bilgilerine ulaşabildiğim tüm atalarım Türk-Müslüman-Sünni-Hanefi. Kürt olamayacağıma Ankara’da yıllar önce İsmail Beşikçi gibi bir uzmanla birlikte kanaat getirdiğimiz için, rahatlıkla bölgemde çoğunluğu oluşturan Kürtlerden olmadığımı söyleyebiliyorum. Geçen yüzyılda İslamı seçen Besnili Ermeni aileler halk arasında bilindiği -ve en azından benim çocukluk yıllarımda, maalesef içten içe aşağılandığı- için, daha önceki yüzyıllarda da Ermeniler Ermeni olarak kaldıkları için, onlardan olmadığımızı da biliyorum. Çerkezlerin bir kolu olan Besni’lerin adınınsa, atalarının bizim oradan Kafkasya’ya giden ve orada bu adda yerleşim birimleri kurup Çerkezleşen Avşarlar olmasından dolayı Besni olduğunu yazıyor okuduğum kaynaklar. Dolayısıyla Çerkez de değilim.

Dediğim gibi, köklerimin benim için hiçbir önemi yok. Türküm demek bana yetiyor. Belki de atalarım hakikaten hep buradaydı ve ben Hititliyim! Bilmiyorum, önemsemiyorum ve sanırım, kardeşin kardeşe para pul için düşman olabildiği bir dünyada, hangi kabileye mensup olduğumuzun niçin bu kadar önemli sayıldığını anlayamadan ölüp gideceğim. Şimdi bu soy sop muhabbetini yapıyor olmam da tamamen sağlı-sollu ‘usturuplu’ faşistlerin “Aha! İşte bir ’sebatay’! Demek orada da varlarmış” höykürüşlerine peşinen cevap verme amaçlı Sanki hırsız değilim, kaçakçı değilim der gibi “ben Sabetaycı değilim” demekle, bu usturuplu faşizm modasına kapılanların ilkel duygularını zımnen meşrulaştırmak, bana o kadar zor ve aşağılayıcı geliyor ki…

Ben aslında, güya gençliğinde -af buyrun- “San Francisco’da tanınmış bir ‘ibne’ olduğu” ve sadece gözlerini açıkta bırakan siyah başlığı olmaksızın görüntülenmeye bu yüzden izin vermediği yönünde CIA destekli propaganda yapan hükümet güçlerine, Zapatistaların gerçek kimliği bilinmeyen lideri Marcos’un 1994’te verdiği cevabı küçük bir ekle tekrarlamayı kendime daha çok yakıştırırdım. Marcos “Evet, ben San Francisco’da bir eşcinsel, Güney Afrika’da bir siyah, İsrail’de bir Filistinli, Avrupa’da bir Asyalı, gecenin onunda metroda yalnız bir kadın, Polonya’da çingene, Bosna’da bir savaş karşıtıyım…” diyor ve devam ediyordu ya, ben de “2006 Türkiye’sinde eş değiş tokuşu ve grup seks iftiralarıyla alçakça karalanan bir Sabetaycıyım” diye bir ekle aynen tekrarlayabilirdim o muhteşem cevabı. Ama bu, “Tamaam, laf kalabalığı yapıyor ama kesin ‘sebataycı’!” diye karşılanacak, yazdıklarımın, yoğunluğu azaltılmış “light” beyinler karşısındaki ümitsizliği şimdi olduğundan daha fazla olacaktı.

AKIL, VİCDAN VE İNSAF

Ortaya çıkıp kendilerini savunmalarına engel özel bir durumları olmasa, burada Sabetaycılar adına Sabetaycıları savunmayı bile otoriter bir tavır sayar, bundan kaçınırdım. Onlar kendilerini savunur, ben onların yanında dururdum. Hâlâ bir yanlış anlaşılma korkusu da taşımıyor değilim aslında… Bakın, ben Sabetaycılar yok demiyorum, onlar hakikaten Müslüman oldular demiyorum… Sabetaycıları veya aşağılanan herhangi bir topluluğu “bu şartlarla” ya da başka kayıtlarla savunmayı da doğrusu kendime yakıştırmam. Bizi zenginleştiren onca renkten biri olarak, bu ülkeden vazgeçmeyen, burada yaşamaya devam eden her topluluk gibi Sabetaycılar da Türkiye’nin ortak sahibidir diyorum. Vize süresi dolmuş Afrikalılardan ya da İstanbul’da kaçak çalışan Romen işçilerden söz etmiyoruz. En az 514 yıldır Osmanlı’daki atalarımız ve cumhuriyet kuşakları ile kader birliği etmiş, savaşlarda evlatları ölmüş, İzmir’de Yunanlı işgalcilere ilk kurşunu sıkmış (gazeteci Hasan Tahsin), “Türk” kimlikleriyle dünyada adımızı, papa suikastçılığıyla, uyuşturucu kaçakçılığıyla, kadın ticaretiyle, mültecilikle değil, -en son, Nobel dâhil- bilim-sanat-meslek başarılarıyla duyurmuş, kıtlığı da bolluğu da burada ve bizimle yaşamış, bir yere gittiğinde Türkiye’yi özlemiş, köylerimizde öğretmenlik, uzak şehirlerimizde doktorluk yapmış, halen-şu gün-şu saatte binlerce çocuğu askerde olan bir insan grubundan söz ediyoruz. Allah aşkına, biz Sünni Müslüman-Türk çoğunluğun, bu saydıklarımdan fazla yaptığımız ne var da onları dışlamaya kalkacağız? Daha kalabalık olmak mıdır yani üstünlük ölçüsü? Orman mı burası! Türkiye Türk-Müslüman-Sünni (hatta bir de Hanefi Sünni!) çoğunluğun malıdır, geri kalanlar biz lütfettiğimiz için, lütfettiğimiz sürece buradalar, şeklindeki yaygın faşizan zihniyeti, Sabetaycılara iyilik olsun diye değil kendi halkımızın kalitesini yükseltmek için kafalardan silmeye çalışmamız gerekirken, hep birlikte ormana mı döneceğiz? Büyük çoğunluğun varlığının küçük azınlıkça tehdit edildiği psikolojisi hangi ülkede, ne zaman hayırlı sonuçlara yol açmış da, biz cehaletten dolayı zaten var olan bu psikolojiyi besleyeceğiz? Naziler “hadi tarihe kara bir leke olalım” diye mi yola çıkmışlardı? Aptal mıydı hepsi? Yoksa, yaptıkları ve yapacakları her şeyi son derece mantıklı bir şekilde açıklayabilen, ama vicdanın danışmanlığını yitirmiş bir aklın çizdiği rotayla mı düştüler o hallere?

Kitlesel histerilere giden yolun taşları böyle döşenmeye devam edilirse halk Sivas’ta Alevilere ve aydınlara yaptığı gibi otellerde insan yakmaya her an hazır, bunu hissediyor ve korkuyorum. Provokasyon, irtica, siyasal İslam vb. kavramlaştırmalar Sivas’taki barbarlığın ve önceki yıllardaki Trakya olayları, 6–7 Eylül, Maraş katliamı gibi onlarca benzerinin faillerinin kimliklerini bulandırmamalı. Sivas’taki o barbarlar mesela, en azından benden ve bu yazıyı okuyanların çoğundan “daha halk”tı: Oranın bakkalı, manavı, kahvecisi, kahvede oturanı ve Marx’ın bize yarı-tanrıymış gibi anlattığı şanlı Sivas proletaryasından tiplerdi bunlar. “Derin Türkiye”de bunlardan yüz binlerce, belki milyonlarca var. Danıştay saldırganı şimdi serbest bırakılıp parti kursa, üye olmaya hazır binlerce genç var. Ülke geneli daha bu düzeyde ve düzlemdeyken, eli kalem tutanlar yeni düşmanlar keşfetmekle ve düşmanlıklar icat etmekle uğraşıyorsa, ancak yeni katliamlarla ödüllendirilirler. Öte yandan, hayali bir halk uydurup onu yüceltmek gibi, kendi halkımızdan nefret etmek de bize bir şey kazandırmaz. Bu halk bir realite. Elimizdeki malzeme bu. Denize mi dökelim!

Lütfen… Bir “trafik canavarı” uydurup kendi abukluklarımızı o elsiz dilsiz garibana yüklediğimiz gibi, Sabetaycılığı da her ülke sorununun bağlanacağı kavramsal şeytan haline getirip taşlamayı bırakalım. Ortaya koyanın soyuna göre niyet araştırmaları yapmakla uğraşacağımıza, ortaya konanın ülkeye ve topluma yararlarına-zararlarına bakalım. Soyumuz sopumuz bizim için önemli madem, enerjimizi başkalarını dışlamaya harcamaktansa onlarla yarışmaya harcayalım, onları geçelim. İlkinin Türkiye’ye ve Türk imajına zararı, yarışmanınsa her durumda Türkiye’ye yararı olur. Kampanyayı başlatan kadının Sabetaycı kimliğiyle de bağlantılandırarak “Haydi Kızlar Okula” kampanyasını “Haydi Kızlar Sokağa” diye adlandırıp karalayan insanların, ne seksen yıl önce de kızlarını okutan, okumuş annelerce büyütülen Sabetaycıların bugün neden seçkin tabaka olduklarını anlama şansları vardır, ne de seksen yıl da geçse seçkin tabaka olma şansları. Böyle beyinler, başlarına gelen her şeyin arkasında kötü niyetli komplolar arar ve bulurlar! Aynalardan kaçmayalım… Günahlarımızı keçilere yüklemeyelim… Kendi göz önündeki ahmaklıklarımızı bir yenelim, -hâlâ öyle vehimler üretebilecek olursak- “gizli” düşmanlarımızı nasıl olsa yeneriz! Başkalarından nefret etmek için kendimizi masum-mazlum-mağdur görme ilkelliğini bırakalım.

Yeryüzünde bize bizden fazla zarar veren hiçbir güç yok. Okullardaki tarih derslerinde öğrendiklerimizi mümkün mertebe unutmaya çalışalım. Yekpare toplum arzumuz depreştikçe, ütopyamızın öngörünümü için Sivas katliamını hatırlayalım…

8 comments on “Sabetaycılar, Küçük Hoca ve ‘Usturuplu’ Faşizm (Sabetaycılar ve Küçük Hoca)

  1. cengiz oktay
    26 Mayıs 2009

    >mehmet merhaba;yalçın küçük hk. yazman özellikle ilgimi çekti. bir zamanlar hayranlık duyduğum çatlak memur-filozof. şimdiki uyduruk faşist. öyle. faşistliği bile insana kanlı canlı gelmiyor. hıncal uluç taklidi yapar gibi… "ee hocam, jenifer lopez'in …….. nasıl sizce" havasında bir paspayelik.. yazık oldu. oysa çocuk da yapmamasına rağmen adam gibi kariyer de yapamadı. fikirlerinin tümüne katılmamakla beraber, sunma tarzını beğendim. ama bir eleştiri de yapayım. tapındığın tanrıdan azad ederken kendini, tümüyle azad olmazsın. yitirdiğin tanrına olan öfkenden de azad olduğunda daha sakin değerlendireceksin belki. çokbilmiş konuşmamı bağışla. öyle demek geldi içimden. gizli bir anlamı da yok üstelik. bunca yaşanmışlıkla, anlarsın sen.selamla

  2. Murat AYGEN
    12 Kasım 2009

    >Buram buram magazin kokan bu etno-kültürel çözümlemeler baydı haa.. Anadolu halkının birlikteliği ödeme-güçlüğü-içine-düşmüş bir bankanın genel müdürlük binası önünde bekleşen mûdîlerin birlikteliğidir artık! Tıpkı imar-bankası-zedelerin 5-10 sene kadar önce Ankara sokaklarında milli (pardon) mali-birlik-ve-beraberlik-içerisinde yaptıkları gövde-gösterileri gibi.. Bir bayrakları eksikti!

  3. K.İ.
    26 Aralık 2009

    >Merhabalar, Yalçın Küçük ile ilgili yazınızı yeni okudum. Bana göre internette Yalçın Küçük "fenomen"ini anlamaya hizmet edebilen az sayıdaki yazıdan biri niteliğinde bu yazınız. Bir döneme kadar kişisel tanıklığı da içermesi açısından ayrıca önemli.Ben sizden biraz daha genç kuşaktan bir devrimci (kendince bir Marksist-Leninist, yani sizin "Stalinist" olarak tanımlayacağınız cinsten bir devrimci olarak) olarak ilgileniyorum YK fenomeniyle. 10'lu yaşlarımda YK'ün 80 öncesi kitaplarının çoğunu ve 80 sonrası kitaplarının bir bölümünü okumuştum. YK'ün Türkiye solunu (özellikle "Marksist", "sosyalist" iddialı solu) oldukça derinden etkilediğini anlıyorum özellikle 80 sonrası sol literatürü okuduğum zaman. Bu etki tamamen olumsuz da olmayabilir. Bugün YK. (gönlünde muhtemelen daha çok enverizm yatsa bile) kemalizm şampiyonluğuna oynuyor. Ama bir dönem yazdığı kitaplarıyla (özellikle ünlü Türkiye Üzerine Tezler ciltleriyle) Türkiye solunda Kemalizme daha eleştirel bakılmasına yardımcı olduğu bir sır değil. Ama ben Marksist-Leninist, "Stalinist", komünist, allahsız (kibarcası ateist) ve materyalist bir devrimci olarak şunu sormak istiyorum: sizin değerlendirmenizle Türkiye'nin Lenin'i ve Stalin'i olmayı hayal eden YK., bir zamanlar bunu hayal etmişse bile (ki ettiğini düşünüyorum ben de) acaba hiç Marksist-Leninist oldu mu? Marksizme ve "inşaat ameleleri eliyle yaratılacak yeni bir dünya rüyasına" uzunca bir zaman önce "yabancılaşmış" olduğunuz için bu size pek muhtemeldir ki son derece saçma bir soru olarak gelecektir. "Marksist-Leninist" ya da "revizyonist", "Stalinist" ya da "sosyal-şoven" ne farkı var ki? Bunlar olsa olsa "amelelere" ve allahın yokluğuna "inanan"ların tartışacağı anlamsız kategorilerdir size göre öyle sanıyorum ki… Ama bu soruya dürüst bir cevap vermek için bazı ipuçlarını bizzat sizin yazınızda bulmamız mümkün. Örneğin 12 Eylül gericiliği koşullarında YK'ü "Açık Parti" projesiyle başbaşa bırakıp illegal bir devrimci örgüte katılmayı seçmenizde Marksizm-Leninizmle revizyonizm arasındaki farkın hiç etkisi olmadı mı? Ya da Lenin ve Stalin olmayı hayal eden YK. neden hiçbir zaman Lenin ve Stalin'in ve bütün komünistlerin yaptığı ve yapmak zorunda olduğu gibi komünizmin bel bağladığı şu inşaat işçileriyle ve diğer işçilerle (sizin deyiminizle "amelelerle") hiçbir zaman ciddi bir ilişki kurmayı denemedi? YK. PKK'yle sıcak ilişkiler kurduğu dönem dahil hiçbir dönemde komünistlerin evrensel olarak kabul ettiği ezilen ulusun (sizin "Kürdistanmış" dediğiniz ülkenin halkının) kendi kaderini tayin hakkını kabul etmiş miydi, yoksa o zamanlar da bunu aptalca bir şey olarak mı niteliyordu? Bu sorular üzerine biraz düşünürsek YK.'ün hiçbir zaman komünist olmadığını, komünizmden değil revizyonizmden açık burjuva ideolojisine, enternasyonalizmden değil sosyal-şovenizmden açık şovenizme geçtiğini anlayabiliriz diye düşünüyorum. Selamlar. K.İ.

  4. Mehmet Ördekçi
    26 Aralık 2009

    >Teşekkürler. YK hakkında yazdıklarınızın geneli ile hemfikirim. Ama takdir etmelisiniz ki Marksist olduğunu beyan eden birinin öyle olup olmadığını tartmak bana düşmez. Siz yazabilirsiniz ama ben yazarsam kalkıp bir laf söyler ve haklı olur. Sonuçta kimin Marksist olup kimin olmadığını anlayabileceğimiz bir laboratuvar testi yok. Ben YK çevresinden ayrılırken elbette ki onun "yanlış" bir çizgi izlediğine hükmedip daha doğru ve tutarlı bir ML çizgiye geçtiğime inanıyordum. Ama bugün o tartışmaların çok uzağındayken "ben Marksistken de en kral Marksisttim" anlamına gelecek laflar etmemin gereği yok. Olsa olsa neye inanıyorduysam onun pratiğini yürütmüş olmakla övünebilirim; o da sanırım ortada. Ben başkalarını savaşa kışkırtmadım, kendim savaşa atıldım!YK kendi durumunun teorisini yapıp ülke için de kendi bireysel durumuna uygun analizler yapacak kadar devrim önderliği hayaline kendini kaptırmıştı. Bu öyle ilkel bir davranış ki "bu kadar kitabı yazmış adam öyle yapar mı" deniyor; veya "o kadar salak biri olsa bu kadar kitabı yazabilir mi?" İnsanın hırsı boyunu da çapını da aşmışsa elbette yapar! YK böyle biri. YK Marksist teoriye göre işçi sınıfının rolünü de Kürtlerin kaderlerini tayin hakkını da sizden ve benden iyi bilir. Ama esas aşkı kendisidir. Eskiden olsa "küçük burjuva" derdim. Sonra insanların sınıflarına, hatta ideolojilerine göre farklılaşmadığını hayattan (hapishaneden ve devrimcilerden) öğrenince öyle nitelemeleri bıraktım. Sizin YK'nın "hiçbir zaman komünist olmadığı" görüşünüz komünistliği idealize etmenizden kaynaklanıyor. Kendinizi de o idealize ettiğiniz yerde görüyorsunuz elbette. Laboratuvara ne hacet, bundan eminsiniz! Ben de sizin gibiydim. YK'yı şahsen tanıdığım için değil, bundan daha çok, (sonraları, örgüt içindeyken) onunkine benzeyen ama belki daha az bireysel (daha çok grupsal, "kollektif") bir kibirle yaşadığım için onu başkalarından daha iyi ve ayrıntılı analiz edebildim. Bu açıdan ideolojiler arasında çok fark yok. Ben, ben, ben derseniz ayıp karşılanır ama biz Türkler, biz komünistler vs. diye böbürlenmek -sonuçta aynı kapıya çıksa da- çok göze batmaz…

  5. K.İ.
    26 Aralık 2009

    >Komünizmi idealize ettiğim iddianız dışındaki söylediklerinizin çoğuna katılıyorum. Ama konu benim görüşlerim olmadığı için bunu geçiyorum. Tek tek bireylerin görüşlerinin salt sınıfsal olarak ayrışmadığı da doğru olabilir. Zaten Marksizmin de böyle bir iddiası yoktur. Ama siyasal görüşlerin ve konumların temelde sınıfsal olarak ayrıştığını ve şu ya da bu aydının (özellikle de politik bir aydından söz ediyorsak) görüşleriyle çoğu zaman şu ya da bu sınıfın çıkarlarına hizmet ettiğini savunur. Zaman ayırıp bana yanıt verdiğiniz için teşekkür ederim. K.İ.

  6. Anonymous
    13 Mart 2010

    >Önemli bir hususu belirtmek istedim; çünkü bu bilinmeden veya gözardı edilerek çok yanlış sonuçlara varılıyor. Söz konusu kitapları okumadığınızı yazmışsınız, bu durumda sağda solda duyduklarınıza dayanıyorsunuz. Yalçın Küçük'ün yapmaya çalıştığı faşizan bir fişleme uygulaması değil. Kendisi, niçin bu ülkede yeteneğin söz konusu olduğu alanlarda belli bazı insanların varolabildiğini, diğerlerine kapıların kapalı olduğu sorusuyla çıkıyor yola… Tezi, bu ülkenin kuruluşundan itibaren bu alanların "gizli Yahudi" çevrelerin hakimiyetinde olduğudur. Yeteneksizliğine rağmen parlatılan kişilerin isimlerini inceliyor, ünlülerin hep birbirleriyle akraba çıkmasına şaşırıyor ve bu duruma isyan ediyor; yoksa bütün Türkiye'yi "sen şusun sen busun" diye ayırmak gibi bir derdi yok. Bu durumda, "hepimiz Anadolu'da değişik bir kökenden geliyoruz işte, ne gerek var ayırım yapmaya" tarzındaki eleştiriniz anlamsız kalıyor. Aslında Yalçın Küçük "ayrımcılık" yapanları gösteriyor."Rastgele bir sayfa açtım şöyle diyordu, bakın demek ki yanlış" demek de ciltlerce anlatılmaya çalışılan bir tezi çürütmek için doğru bir yöntem olmasa gerek… Bu kadar yazı yazarken keşke en azından bir o kadarını okuma zahmetine girseydiniz.

  7. Mehmet Ördekçi
    13 Mart 2010

    >Teşekkürler. "Sağda solda duyduklarıma" değil, bizzat Yalçın Küçük'ün kaleminden ve ağzından çıkanlara dayandırdım görüşlerimi. Bütün o saçmalıkları Marksist anlamda bir toplumsal sınıfın tahakkümünü açıklamak için yazsa ciddiye alırdım, ama bu haliyle alamam. İşine gelen örnekleri ele alıp inceliyor Küçük. Bu yolla her şey ama her şey "ispatlanabilir".Ve son olarak, sadece sizin için değil tüm okurlar için bir not: Yalçın Küçük artık açıktan askerî darbe savunucusudur. Asker derken TSK'yı kastediyorum. Ben takip etmeyi tümden bıraktım ama 32. Gün programındaki (Erol Mütercimler'in de olduğu programdı) bağrış çağrışları Youtube'da bulunup izlenebilir, yeterlidir. 2006'da bu çizgide olsaydı zahmet edip hakkında yazı yazmazdım.

  8. ali can salman
    07 Ekim 2011

    1.Allaha değil de güce tapan insanların hayatları boyunca yalpa yalpa gezinmeleri çok şaşılacak bir şey olmasa gerek.
    2. İnsanların okudukları kitaba göre dünya görüşü benimsemeleri sizin olgular tezinize uygun düşüyor. (İspatlamak istediğiniz her şey için dünyada alt alta sıralayabileceğiniz yeterince olgu, olay ve örnek bulabilirsiniz. Hayat böyle bir şeydir çünkü.)
    3.Sizin hayat felsefenizde tesadüfe yer yok.
    4.Hayatı yaşayarak öğreniriz.

Yorum bırakın

Information

This entry was posted on 30 Ekim 2006 by in başka yazılarım, derKi yazıları, politika.

Nüfus cüzdan sureti, ikâmetgâh ilmuhaberi, vesikalık fotoğraf

_________________
Mehmet Ördekçi,
Posta Kutusu: 19,
Beyoğlu - İstanbul
_________________

İsteğim üzerine on yıllık hapisliğimin dokuz yılında her ay aksatmadan bana ücretsiz dergi gönderen Birikim'cilere sevgi ve saygılarımla...

Birikim Sayı: 271 / Kasım 2011

Geçen Ayın Birikimi

3-8 Wall Street'ten Huzur Sokağı'na: İşgal ve Direniş Günleri
Dilek Zaptçıoğlu

Kapak: SİLAH/LA MÜCADELE
9-10 Sunuş

11-17 Modern/Reel Sosyalizmin Elan Vital'i
Ömer Laçiner

18-23 Devrimci İlahiyat'ın Işığında Şiddet
Ahmet İnsel

24-26 Devrimci İlahiyat
Sergei Neçayev

27-38 Silahlı Mücadelelerin Ortaya Çıkışı, Yükselişi ve Bitişi Üzerine
Emin Alper

39-47 RAF: Yanlış yol, doğru rota
Kıvanç Koçak

48-58 Merih Cemal Taymaz ile Söyleşi: Türkiye'de Sol ve Silahlı Mücadele Bir Muhasebe

59-62 Arjantin'de Silahlı Mücadelenin Yenilgi ve Muhasebe Deneyimi
Aykan Sever

63-69 Laurence McKeown'la IRA ve İrlanda'da Barış Süreci Üzerine: "Duygusal Olmamayı Başarabilmek..."

Nasıl Bir Sol?
70-81 Tanınma Siyasetleri ve Sol
Ferdan Ergut

"Kürt Sorunu"
82-88 Dağ Kavminden Sokak Halkına Kürtler: Ev, Sokak ve Hapishane Arasında
Derviş Aydın Akkoç

Arap Baharı ve Suriye
89-96 Suriye'de Halk Ayaklanması, Siyaset ve Toplum
Seda Altuğ

In memoriam

"Elindeki tek alet çekiç olana bütün sorunlar çivi gibi görünür"müş (Abraham H. Maslow); peki elindeki tek alet silah olana?

Murat Ördekçi
(14 Ocak 1972-19 Aralık 2000)


MURAT’IN ANISI NEKROFİLLERİN* MALI DEĞİL!

(Kasım 2006'da açtığım ilk blogumun ilk yazısı)

Ceset Ticareti Anonim Zihniyeti'nin çeşitli internet sitelerinde kardeşim Mahmut Murat Ördekçi hakkında yazdıklarını ciddiye almayınız. Kötü bir niyetleri yok! İnsanları ölmeye (ve öldürmeye) davet eden her fanatizmin daha önce bu daveti kabul etmiş ölüleri mitleştirmeye ihtiyacı vardır.

Yedi yıldır cezaevinde olan Murat, kitap sayfalarında durduğu gibi durmayan devrim serabının hakikî ve somut duvarına çarpmıştı ve öldüğünde devrimci bile değildi. Bunu bile bile, şimdi onun cesedinden psikopat bir heykel yontmaya çalışıyorlar. Yıllarca koğuşta "misafir ağırlama sorumlusu" adı altında garsonluk yaptırdıkları kardeşim meğer "büyük komutan Murat yoldaş"mış! O kadar "proleter"miş ki bu Murat yoldaş, "yol yapım işlerinden şoförlüğe, çelik-pres işçiliğine kadar pek çok işte" çalışmış, bizden gizli! Oysa biz benimle birlikte eniştemizin elektrik malzemeleri üreten atölyesinde ve bir de Nişantaşı'ndaki Motta Pastanesi'nde çalıştığını biliyorduk. Sonradan içeride başına yönetici olan yiğitler şubede bülbül kesilip adını verdiği için 21'inde kaçak, 22'sinden itibaren mahpustu zaten; 18'ine kadar da öğrenciydi...

Örgüt yöneticilerinden ve kaşar yoldaşlardan tiksindiği, içindeki insan sevgisini ancak hep yeni gelen gençlerle ahbaplık ederek koruyabildiği o koğuşta sık sık içine çöreklenen karamsarlığı kovsun diye kaç mektup dolusu dil döktüğümü unuttuğum kardeşim, meğer 7 gün 24 saat devrimi ve partisini düşünen bir otomatmış! Ölürken bile yoldaşlarını soruyormuş. Oysa bana insandan çok hayvan görebileceği ıssız bir çiftlikte yaşamayı hayal ettiğini yazarken, insan diye koğuşundakilere göndermede bulunuyordu. Bana ve anneme yazdığı bütün mektuplar duruyor, gerekirse burada kendi el yazısıyla, fotoğraf formatında yayınlarım.

Murat'ı yaşama bağlayan, ölümünden iki yıl önce, kendi adını taşıyan yeğeninin dünyaya gelmesi oldu. Başta annesi ve yeğeni olmak üzere, ailesi dışında kimseyi düşünmezdi. Bunu onlar benden daha iyi biliyorlar aslında ama devrim için her şey mübah; adam ölmüş, parlatıp kullanmak lazım! Devrimci menkıbe yazarı, fedakâr "muhalif koyunlar" yetiştirmek için yazdığından, Murat'ı okuyucuya ideal bir "serdengeçti" olarak gösterme gayretiyle uçtukça uçmuş! Bu boku ben yemedim mi zamanında, yedim. Bile bile yalan söylemedim, ama bana iki laf söylendiyse ölmüş biri hakkında, kuşku duymadan, sorgulamadan o iki lafı süslü on iki laf yapıp yazdım. Şimdi buraya bu notu yazıyor olmam da "insan talihinin zalim imkânları"ndan (Tanpınar) olmalı.

Murat'ın devrimci olmadığını vurgulamak, arabesk bir masumiyet propagandası olarak anlaşılabilecek bir şey olduğu gibi, onun katillerinin dört duvar arasındaki silahsız bir insanı tarayarak öldürmeye sanki o insan devrimciyse hakları varmış anlamına gelebileceği için, "politik doğruculuk" açısından, bundan söz etmek istemiyordum. Ama normalde benzerlerini anlatılan benim kardeşim olduğu halde -rastladıkça- başlıklarına bakıp okumadan geçtiğim bir yazıyı okuyup kardeşimi orada tanınmaz halde görünce kendimi tutamadım; pişman değilim. Murat'ın anısı onların yeni Murat'lar tavlayabilmek için tepe tepe kullanabilecekleri "malları" değil!

Blogumda onunla ilgili sayfalar arttıkça, Murat'ın bir afiş değil, tıpkı devletin ve devrimcilerin katlettiği diğer on binlerce insan gibi, birilerinin oğlu ve kardeşi, ve de toprak altında yatan genç bir ölü olduğu görülecek. Ama önceliğimin oğullarının ölümünden sonra artık çok daha yaşlı insanlar olan annemin ve babamın hoşuna gidecek, onların gözünü dolduracak (gözüne görünecek anlamında) şeylerde olduğunu belirteyim hemen. Okuması kıt bu insanlar için Murat hakkında yazılan hangi saçmalığın onun hangi mektubuyla ya da görüş yerinde başbaşa kalabildikleri nadir zamanlarda söylediği hangi sözlerle çürütülebildiğinin bir önemi yok. Ve ayrıca zaten bu blogun konuları ve hedef kitlesi arasında, 21. yüzyılın sadece asayiş tarihinde sadece kanlı bir dipnot olmaya yazgılı "Türkiye devrimci hareketi" de bulunmuyor. Polemik meraklıları bu notla yetinip bir daha bu bloga uğramayabilirler...

*Nekrofili, ölü sevicilik demek. Ölülere tecavüz eden insan görünümlü yaratıkların sapkınlığı. Ama ben Erich Fromm'un psikiyatrist gözüyle totaliter fanatik ideolojilere bakarken kullandığı anlamıyla kullanıyorum. Yazdıklarımdan da görülebileceği gibi, onlar da ölmüşlere başka anlamda bayılıyorlar.