Mehmet Ördekçi'nin blogu

Özünde iyi bir blog…

Sigarayı Hatırlama Yazısı

Kasım 2007’de, derKi’nin 24. sayısında yayınlanmıştı…

Başka türlü baş edemeyeceğime inandığım bir üzüntüme eşlik etsin diye bir süredir yeniden sigara içiyorum. Daha önce içmediğim kadar. Günde iki paket. On gün daha içeceğim. En son, sabah iyi diye haberini aldığım kardeşimin ölümünü akşam televizyondan öğrendiğimde hastaneye götürülüp damardan zerk edilen ilaçların beni “kesmediğini” görünce başlamış, kırk gün sonra, önceden bırakacağımı söylediğim gün bırakmıştım. O da sigarasız baş edebileceğim bir üzüntü değildi. Bu kez de başaracağıma, kararlaştırdığım gün gelince bırakacağıma inanıyorum. Hatta onun kastettiği anlamı çarpıtarak, Mark Twain’in “sigarayı bırakmak sanıldığı gibi zor bir şey değildir. Ben kaç kere bıraktım” lafını da teminat gösterebilirim.

Çevremde sigara konulu bunca gürültü yapılmasa, sessiz sedasız başlar ve bırakırdım. Ama sağlığımı koruyabilmek adına (evet evet!) ciğerlerime çektiğim şu duman o kadar tantanaya yol açtı ki, düşüncelerim o kadar buna yoğunlaştırıldı ki, hiç aklımda olmadığı halde sigara konulu bu yazı kafamda şekillenmeye başladı iki gündür. Rodin’e o güzel heykelleri nasıl yaptığını sormuşlar, o da “valla bir kaya parçasını alıp fazlalıklarını yontuyorum, aaa, bir bakıyorum heykel!” demiş mealen. Sigara ile ilgili deneyim ve bilgilerimden son günlerde tüm hayatımdaki bilmem kaç bininci tekrarları kulaklarımdan içeri fırlatılıp duran şu “fazlalıkları” bir atayım bakalım, ortaya nasıl bir yazı çıkacak… Hayır, sigarayı savunacak değilim. On gün sonra bırakacak olmamın tek nedeni de züğürtlüğüm değil. Ama bir şeye bu kadar ucuz “karşı” olunması da benim karşı olduğum bir şey. Onu arz etmeye çalışacağım…

Bir insan tipi var. Hiç sigara içmemiş. Aferin! Ama hiç içmediği bu şeyin hiçbir anlamı, -zararlarına rağmen- en küçük yararı ve herhangi bir mantıksal izahı olmadığından neden bu kadar emin, onu da bir açıklasa, daha çok aferin! Ben şimdi onların saflarından düşman saflara, yani sigara illetine kaptırılan bir kurbanım. Geri dönememe ihtimalim var. Bir panik, bir üzüntü. Yahu kardeşim, bir yere gitmiyorum, korkmayın. Daha da önemlisi, ben hiç sizin saflarınızda olmadım. Kartlaşmış bir “duman avcısı” falan değilim. Olamam. Ben bu mereti yıllarca içtim. İrade gösterdim, bıraktım. Ama ne içtiğim yıllara pişman oldum, ne de sigara içmişliğime ve halen içenlere sizin baktığınız gibi “hiç anlamayarak” baktım. İçen de “ben”dim, bırakan da. Keşke hayatımdaki hakiki pişmanlıklardan buna sıra gelseydi. Keşke bireylerin ve toplumun en büyük sorunu sizin zannettiğiniz gibi sigara olsaydı. Ama değil işte, değil…

Benim başıma ne geldiyse, iyiliğimi düşünenlerden geldi. Kötülüğümü düşünenlere karşı zaten tedbirliydim. İyiliğimi düşünenlerin sayısında son günlerde yaşanan patlama, bana kendimi hayli salak hissettiriyor. Benim düşünemediğim bir şeyi düşünmeyi ve başımın etini yemeyi üstlenmiş bir melekler ordusu! Bunca iyilik karşısında mani olacak mı bakalım halimi takrire hicabım…

SİGARALI TARİHİM: FLÖRT AŞAMASINDAN AYRILIĞA KADAR

Sigaraya on beş yaşındayken başladım. Orta üçte. Her ne kadar görünürde pek çok insan gibi ben de “grup baskısı” nedeniyle kendimi sigara içerken bulmuşsam da, “sınırları ihlal etmek” ergenliğe adım attığım günlerden itibaren en büyük hobim olduğu için, herhalde arkadaşlarım içmese de ben içerdim diye düşünürüm. Ama ilk dönemleri tiryakilikten ziyade sigarayla flört dönemi saymak daha uygun. O zaman okulun yakınındaki tek tek sigara satan yerlerden teneffüslerde birer dal sigara alır, kıyılarda köşelerde duman “teneffüs” ederdik. Evde içemezdim.

Paket taşımaya lisede başladım. Lise boyunca ailemle bu yüzden de çok kavgalarım oldu. Sonunda babam pes etti. Ama hâlâ bugün bile yanında içemem. Çünkü o –gerçi bıraktı ama içecek olsa da- hâlâ bugün bile abisinin yanında içmez. Bu çok lüzumlu bir saygı göstergesidir. En yoksul olduğumuz günlerde, bana harçlık veremeyecek durumdaysa bile tam bir paket sigaraya yetecek para verirdi. Ama onun yanında içmem bir felaketti(r) onun için.

Lise bitti. Yuvadan uçtum. Dincilerin yurtlarında ya da “abi”li evlerinde kalmak istemediğim için sefalet şartlarında bir özgürlüğe kanat çırptım. “Ben kanser olana kadar kansere çare bulunur zaten” diyordum. En ucuz sigara filtresiz Bitlis’ti. Onu içtim. Sonra memleketten kaçak tütün ve sigara kâğıdı getirip onu sarıp içme dönemim başladı. Cebimde tabaka falan. Gençlik işte, şimdi mümkün değil o ağır tütünü içemem. Sonra ailem İstanbul’a taşındı. Kız kardeşim okulunu bitirip çalışmaya başladı. Ekonomik açıdan nispeten rahatladık. Normal insanların içtiği normal sigaralarla devam ettim.

Bu arada doğuştan yanımda getirdiğim sahne programı gereği başımı illa ki belaya sokacağım ya, hangi kapıdan sokacağıma karar veremediğim günlerde esrarı da tattım. Bir gün yanımdaki arkadaşım karşımızdaki iki adamın aralarında gidip gelen şifreli sözlerin parası biten ve belli ki daha önce aynı haltı yemiş herifin karısını bir geceliğine “ikram” etmesi karşılığı oyuna devam edebileceği anlamına geldiğini söyleyene kadar Adana batakhanelerinde biraz kumar oynamışlığım da var. İnsanın belasını nereden bulacağını tespit etmesi de bir “süreç” işi. Araştırma, deneme-yanılma işi. Kendime en uygununu bulup son sürat dalana kadar böyle kısa deneme dönemlerim oldu.

Şimdi vay ben o zamanlar niye sigara içmişim ki diye dövüneyim mi? Ben mükemmeldim de sigaram mı fazlaydı?

Ankara’ya geldiğimde o zaman orada hava kirliliği sorunu vardı. Burnunuzu sildiğinizde kâğıt mendile simsiyah kurum bulaşırdı. Nefes darlığı yaşadım. Gittiğim doktor sigarayı bırak dedi. Sadece azaltabildim bir süreliğine. Bu arada milyonlarca insan öldü, ben hayattayım. Misal 60 yaşına gelsem ne düşünürüm bilmiyorum ama, bugüne kadar hiç “uzun yaşamak” diye bir derdim olmadı benim. Belki çocuğum olmadığı ve olmasını istemediğim içindir, bilmiyorum.

Bütün kuralları harfiyen uygularsın, ama anti-aging’den habersiz bir arı gelir sokar seni, ölürsün. Arı da mı sigara içiyor ya da alkollü? Alerjin vardır, arı bunu bilmiyordur. Sokar; ölürsün; gömerler. Sen uzun yaşayacağım diye kendini o kadar kasmışsındır ki, hiç yaşayamamışsındır. Sağlıklı yaşam endüstrisinin ve nesebi gayri sahih bir gençlik-güzellik ideolojisinin ömrünü uzatmış, ama -nedeni bunlar olmasa da- bu arada sen nalları dikmiş olursun. Sahici bir hayatı ıskalayarak…

Elindeki somut ömrü soyut bir ömür beklentisi uğrunda, elindeki somut gençliği soyut bir gençlik ideali yolunda harcamanın, kendini bir cendereye sıkıştırmanın gereği yok bence. Hayat şimdi ve burada. Ama kendimden rica ediyorum, konuyu dağıtmayayım lütfen.

Ankara’daki yıllarım çok gergin ve hareketli geçti. İyi ki sigara içiyordum. Evet evet, iyi ki sigara içiyordum. Fiziksel şiddeti kâğıt üstünde savunsam da, bunu kendimce teorik olarak gerekli görsem de, pratikte şiddete hiç eğilim duymamamda belki yirmili yaşlara sarkan “teenage angst”imi sigarayla zaptetmemin de katkısı vardır. Sigara tekelleriyle de, sigara karşıtı dernek ve vakıflarla da ilişkisi olmayan tarafsız bir bilim adamı bunu araştırmak isterse kobaylık yapabilirim.

Ben sigaradan cezaevine girince “ayrıldım.” Ters adamım ya, sigarayı da herkesin başladığı yerde bıraktım. Zaten sigarayla geçen son yıllarımda sigara içen kendimle barışık değildim aslında. Bugünden bakınca yıllarca sigara içtiğime değil, ama işte buna yanarım. Sağlıklı yaşam fetişizmi o zaman şimdiki kadar toplumun tüm hücrelerine sinmiş değildi, ama ben sağdan soldan duyduklarımın da etkisiyle, sigaranın derhal bırakılması gereken bir şey olduğuna inanmıştım. Zaten otuzlu yaşlarını göremeyeceğini düşünen biri olarak derdim uzun yaşamak değildi. Ama sigaranın devrim için daha hiddetle koşturması gerektiğini düşündüğüm bedenimin fiziksel performansı üzerindeki hissedilir olumsuz etkileri bende “bunu bırakmalısın” uyarıları olarak yankı buluyordu.

En az bunun kadar önemli bir sebep de, bir nesneye “bağımlı” olmanın iradem üzerindeki kısıtlayıcılığıydı. Sigara içen insan yemek yemez, gazete almaz, ama sigarayı mutlaka alır son parasıyla. Bu ise iradeye abartılı bir vurgu yapan bizler için bir çelişkiydi. Hele şubede kaldığımız günlerde onca işkenceye dayanan insanların sigara içebilmek için polislere neredeyse yalvarır durumlara düşmesi beni çok etkiledi. Ben şubede sigara içmedim. Sigara bedenim için en gerekli şey değilmiş, bunu da gördüm. Son olarak, her ne kadar uzun yaşamak hâlâ umurumda olmasa da, on sene kalacağımı anladığım cezaevinden sedye ya da tabutla çıkmak o kadar kötü bir düşünce olarak ufkumda belirdi ki, artık ayrılmalıyız dedim. Bu son cümlem önceki yazdıklarımla çelişmiyor. Cezaevi somutla soyutun yer değiştirdiği çok özel bir ortam. En azından başlarda öyle.

Daha önce komiğe kaçan bırakma denemelerim olmuştu. Yeni bir yöntem denemeliyim dedim ve nereden aklıma estiyse bir tarih belirlemeye ve o güne kadar kendimi “işlemeye” karar verdim. Birkaç ay sonrasından, herhangi bir simgesellik gözetmeksizin bir tarih belirledim ve her sigara yakışımda o güne kadar içeceğimi kendime tekrarladım. Şimdi mizah konusu ya, “ayın 1’i pazartesine geliyor, tamam, o günden sonra şunu yapmayacağım bunu yapmayacağım” diye kararlar alıp ayın 2’si salı günü pes eden insanlar; aslında yeterli bir uzaklığı hedefleyip hedeflemediğiniz ve o güne kadar kendinizi hazırlayıp hazırlamadığınız önemli. Ben yaktığım her sigarayı bırakacağım o tarihi hatırlayarak yaktım ve özellikle belirlediğim gün yaklaştıkça geriye sayım başlattım içimden. Sondan kaçıncı gün ve sondan kaçıncı paketim olduğunu hep hatırlayarak içtim sigarayı. Böylece kendimi aylarca ”işlemiş” oldum. O gün geldiğinde mazeret bularak ya da “bu son, valla bu son” diyerek kendini kandırmamak önemli. O sonların sonu gelmez, kendimden biliyorum. O büyük günden sonra da “şu kadar saattir/gündür/haftadır/aydır içmiyorum” diye içinizden bu kez ileri saymak, gözünüzde çabanızın ve fedakârlığınızın değerini arttırıyor ve o emeği silip atarak geriye dönmek, gittikçe zorlaşıyor.

Cezaevinde sadece açlık grevlerinde sigara içtim. Ama açlık grevinin bittiği akşam ilk yemek yendikten sonra, “dur son bir tane yakayım” dememeye dikkat ettim. Aradan yıllar geçti ama hâlâ açken, özellikle kahvaltıyı biraz geciktirsem, canım sigara çeker.

Bir de başta söz ettiğim gibi, kardeşimin ölümü üzerine sigaraya sarıldım. Murat’ın ölümünün onuncu gününde, ailem ve Ankara’daki akrabalarımız gelmişlerdi topluca. Annem içmememi istedi. Beni sigarayla görünce çok üzüldüğünü söyledi. Şimdi bu yazıyı yazarken içiyor olmamın sebebini izah ettiğim gibi, “bunu ancak sigarayla atlatabilirim anne” dedim. Ha bu arada babamın önünde tek sigara içişim de odur. Çünkü görüş yerinde birini söndürmeden sonrakini yakıyordum. Camın diğer tarafında babam var diye ara veremezdim.

Anneme “bir dahaki gelişinizde böyle görmeyeceksin” demiştim. Bir ay geçti. Bir pazartesi günü gardiyan telgraflarını getirdi, “Salı günü geliyoruz” diyen. O an çok önemliydi. Son bir tane daha içeyim, tamam şu paket bitsin de yenisini almayayım, bugün içeyim onlar geldikten sonra bırakırım… deseydim, bırakamazdım. Hemen telgrafı okuduktan sonra, içinde kalan 5–6 sigarayla birlikte paketi parçalayıp çöpe attım ve orada bitti. Şu son günlere kadar, yaklaşık yedi yıl bir daha içmedim. Şimdi yine içiyorum, ama sağlığım için ve geçici olarak…

SİGARA O KADAR KÖTÜDÜR Kİ, BIRAKMAK BİLE ZARARLIDIR!

Sigarayı bırakmasam belki başka hastalıklarım olacaktı, ama şu an içimde bir yerlerde duran ve öldürmemesi, bulaşıcı olmaması ve benim yapmayı düşündüğüm işlere engel olmayıp askerlik yapmaya engel olması gibi özellikleriyle teselli bulmaya çalıştığım hastalığa yakalanmayacaktım, bu kesin.

Tam benim içeri girdiğim yıl geldiği ve ben de on yıl yattığım için on yıllık gecikmeyle tanıştığım internet denen bilgi okyanusuna nasıl dalacağım bana gösterildiğinde ilk araştırdığım, hastalığımdı. O zaman Türkçe sayfalara yansımayan bazı bilimsel araştırmaların sonuçlarıyla ilgili yabancı tıp sitelerinde okuduklarım hem beni, hem anlattığım herkesi şaşırttı. Sigara benim hastalığıma iyi geliyordu! Tabii değerli araştırmacılar bu sonuçtan önce attıkları virgülün berisinde “elbette bu sigara tavsiyesi değildir” diye özenle belirtip tıp etiğini kurtarıyorlardı, ama işte, sigara benim hastalığıma iyi geliyordu! Kontrollü olarak yapılan bazı araştırmaların kesin sonuçlarına göre, nikotin bandı denenen hastalarda atak periyodları seyrekleşmişti. Plasebo olarak kendileri nikotin bandı zannederken boş bant yapıştırılan hastalar ise eski sıklıkla atak yaşamaya devam etmişti.

Bu hastalığa yakalananlar ya hiç sigara içmeyenler, ya da benim gibi gaza gelip sigarayı bırakanlardı. İçip bırakmış olanların çoğunluğu ise benim gibi dört yıl önce sigarayı bırakmışlardı. Hastalık ilk belirtilerini verdiğinde ben de sigarayı bırakalı dört yıl olmuştu. Hep aşırı duyarlı karakterlerde ortaya çıktığı ve genelde ağır stresli dönemlerin ya da travmatik deneyimlerin ardından patlak verdiği için, bu hastalığın kesin sebebi bilinmemekle birlikte adayların robot portreleri tıp dünyasının elinde: Hepsi benim gibi gamlı baykuşlar! Kederlenince derinden kederlenenler. Zaten hastalığın atak dönemleri de genellikle üzüntülü günlerin ardından geliyor. Benim de geçen haftaya kadar -yaşadığım son üzüntü öncesinde aylardır rahat olan- diz eklemlerim kütük gibiydi yine. Şimdi rahat ve inşallah bundan sonra da bu dönemden sigara eşliğinde geçiyor olmam sayesinde yine rahat olacak. Atağa yakalanıp yataklara düşmeyeceğim. Bu üzüntülü günlerimi ancak sigarayla atlatabilirim derken tütün düşmanlarına gıcıklık olsun diye söylemiyorum. Murat’ın ölümünde sadece canım deliler gibi sigara çekmişti ve beni teselli etmesi için eski dostuma sarılmaya ihtiyaç duymuştum, ama bu kez tıbbın gereğini yerine getiriyorum. Elimde kapı gibi araştırmalar var…

Başıma gelecekleri bilseydim, hapishanede sigarayı bırakmazdım. Yine bıraksaydım da, çıkınca bıraksaydım keşke. Sigarayı bırakacağım diye o karanlıklarda kendimi sigarasız bırakmasaydım. Zaten bıraktıktan sonra da yıllarca sigara içilen koğuşlarda kaldım. Yine duman soludum. Pasif içicilik yeterli olmuyormuş demek ki, bu hastalığa tutulmuşum. Pasif içiciliğin belki halen içimde gelişen zararlarına razı olacağıma, doğrudan kendim çekseymişim dumanı ciğerlerime. Neyse… Keşke kadar anlamsız bir laf yok zaten. Olan olmuş. Bu şekilde olmasa her şey nasıl gelişirdi bilinmez. Susayım ben…

…Yok yok. Bu çok tehlikeli bir yazı oldu. Burada bitmemeli.

Bakın ben sigarayı övmüyorum. Sigara düşmanlığına sigaradan daha fazla karşıyım, hepsi bu. Hiç sigara içmemiş ya da özentiyle birkaç ay içip hiçbir şey anlamamış, ya da ameliyat masasında direkten dönüp mecburen bırakmış “mantık küpü” birtakım insanların sigarayı sevenleri, sevmeden içenleri, bırakamayanları aptallar ya da ikinci sınıf insanlar olarak görmesine itirazım var. “Ya ne buluyorsunuz bunda anlamıyorum ki” diyenler şunu bilmeli: Anlamıyorsun işte, sorun bu. Sus…

Sigarayı içmeyenler lütfen başlamasın. İçenler bırakmaya çalışsın. Mesele sadece belirsiz bir gelecekteki kanser riski değil. Ben çok az uykuyla yetinebilen ve çok kolay kalkan bir insanımdır. Ama son günlerde sabah gözümü zor açıyorum, eski güzel uykularımı özledim. Sigara yüzünden… Ağzımın içinde pis bir tat var sürekli. Sigara yüzünden… İki paket içiyorum ve parmaklarım, tırnaklarım sararmaya başladı şimdiden. Sigara yüzünden… Parasızlıktan evden çıkamıyorum. Sigara yüzünden…

En önemlisi, parayla alınıp satılan herhangi bir nesneye bağımlı olan, özgür değildir. Bu bile yeterli…

Yorum bırakın

Information

This entry was posted on 24 Ekim 2007 by in başka yazılarım, derKi yazıları.

Nüfus cüzdan sureti, ikâmetgâh ilmuhaberi, vesikalık fotoğraf

_________________
Mehmet Ördekçi,
Posta Kutusu: 19,
Beyoğlu - İstanbul
_________________

İsteğim üzerine on yıllık hapisliğimin dokuz yılında her ay aksatmadan bana ücretsiz dergi gönderen Birikim'cilere sevgi ve saygılarımla...

Birikim Sayı: 271 / Kasım 2011

Geçen Ayın Birikimi

3-8 Wall Street'ten Huzur Sokağı'na: İşgal ve Direniş Günleri
Dilek Zaptçıoğlu

Kapak: SİLAH/LA MÜCADELE
9-10 Sunuş

11-17 Modern/Reel Sosyalizmin Elan Vital'i
Ömer Laçiner

18-23 Devrimci İlahiyat'ın Işığında Şiddet
Ahmet İnsel

24-26 Devrimci İlahiyat
Sergei Neçayev

27-38 Silahlı Mücadelelerin Ortaya Çıkışı, Yükselişi ve Bitişi Üzerine
Emin Alper

39-47 RAF: Yanlış yol, doğru rota
Kıvanç Koçak

48-58 Merih Cemal Taymaz ile Söyleşi: Türkiye'de Sol ve Silahlı Mücadele Bir Muhasebe

59-62 Arjantin'de Silahlı Mücadelenin Yenilgi ve Muhasebe Deneyimi
Aykan Sever

63-69 Laurence McKeown'la IRA ve İrlanda'da Barış Süreci Üzerine: "Duygusal Olmamayı Başarabilmek..."

Nasıl Bir Sol?
70-81 Tanınma Siyasetleri ve Sol
Ferdan Ergut

"Kürt Sorunu"
82-88 Dağ Kavminden Sokak Halkına Kürtler: Ev, Sokak ve Hapishane Arasında
Derviş Aydın Akkoç

Arap Baharı ve Suriye
89-96 Suriye'de Halk Ayaklanması, Siyaset ve Toplum
Seda Altuğ

In memoriam

"Elindeki tek alet çekiç olana bütün sorunlar çivi gibi görünür"müş (Abraham H. Maslow); peki elindeki tek alet silah olana?

Murat Ördekçi
(14 Ocak 1972-19 Aralık 2000)


MURAT’IN ANISI NEKROFİLLERİN* MALI DEĞİL!

(Kasım 2006'da açtığım ilk blogumun ilk yazısı)

Ceset Ticareti Anonim Zihniyeti'nin çeşitli internet sitelerinde kardeşim Mahmut Murat Ördekçi hakkında yazdıklarını ciddiye almayınız. Kötü bir niyetleri yok! İnsanları ölmeye (ve öldürmeye) davet eden her fanatizmin daha önce bu daveti kabul etmiş ölüleri mitleştirmeye ihtiyacı vardır.

Yedi yıldır cezaevinde olan Murat, kitap sayfalarında durduğu gibi durmayan devrim serabının hakikî ve somut duvarına çarpmıştı ve öldüğünde devrimci bile değildi. Bunu bile bile, şimdi onun cesedinden psikopat bir heykel yontmaya çalışıyorlar. Yıllarca koğuşta "misafir ağırlama sorumlusu" adı altında garsonluk yaptırdıkları kardeşim meğer "büyük komutan Murat yoldaş"mış! O kadar "proleter"miş ki bu Murat yoldaş, "yol yapım işlerinden şoförlüğe, çelik-pres işçiliğine kadar pek çok işte" çalışmış, bizden gizli! Oysa biz benimle birlikte eniştemizin elektrik malzemeleri üreten atölyesinde ve bir de Nişantaşı'ndaki Motta Pastanesi'nde çalıştığını biliyorduk. Sonradan içeride başına yönetici olan yiğitler şubede bülbül kesilip adını verdiği için 21'inde kaçak, 22'sinden itibaren mahpustu zaten; 18'ine kadar da öğrenciydi...

Örgüt yöneticilerinden ve kaşar yoldaşlardan tiksindiği, içindeki insan sevgisini ancak hep yeni gelen gençlerle ahbaplık ederek koruyabildiği o koğuşta sık sık içine çöreklenen karamsarlığı kovsun diye kaç mektup dolusu dil döktüğümü unuttuğum kardeşim, meğer 7 gün 24 saat devrimi ve partisini düşünen bir otomatmış! Ölürken bile yoldaşlarını soruyormuş. Oysa bana insandan çok hayvan görebileceği ıssız bir çiftlikte yaşamayı hayal ettiğini yazarken, insan diye koğuşundakilere göndermede bulunuyordu. Bana ve anneme yazdığı bütün mektuplar duruyor, gerekirse burada kendi el yazısıyla, fotoğraf formatında yayınlarım.

Murat'ı yaşama bağlayan, ölümünden iki yıl önce, kendi adını taşıyan yeğeninin dünyaya gelmesi oldu. Başta annesi ve yeğeni olmak üzere, ailesi dışında kimseyi düşünmezdi. Bunu onlar benden daha iyi biliyorlar aslında ama devrim için her şey mübah; adam ölmüş, parlatıp kullanmak lazım! Devrimci menkıbe yazarı, fedakâr "muhalif koyunlar" yetiştirmek için yazdığından, Murat'ı okuyucuya ideal bir "serdengeçti" olarak gösterme gayretiyle uçtukça uçmuş! Bu boku ben yemedim mi zamanında, yedim. Bile bile yalan söylemedim, ama bana iki laf söylendiyse ölmüş biri hakkında, kuşku duymadan, sorgulamadan o iki lafı süslü on iki laf yapıp yazdım. Şimdi buraya bu notu yazıyor olmam da "insan talihinin zalim imkânları"ndan (Tanpınar) olmalı.

Murat'ın devrimci olmadığını vurgulamak, arabesk bir masumiyet propagandası olarak anlaşılabilecek bir şey olduğu gibi, onun katillerinin dört duvar arasındaki silahsız bir insanı tarayarak öldürmeye sanki o insan devrimciyse hakları varmış anlamına gelebileceği için, "politik doğruculuk" açısından, bundan söz etmek istemiyordum. Ama normalde benzerlerini anlatılan benim kardeşim olduğu halde -rastladıkça- başlıklarına bakıp okumadan geçtiğim bir yazıyı okuyup kardeşimi orada tanınmaz halde görünce kendimi tutamadım; pişman değilim. Murat'ın anısı onların yeni Murat'lar tavlayabilmek için tepe tepe kullanabilecekleri "malları" değil!

Blogumda onunla ilgili sayfalar arttıkça, Murat'ın bir afiş değil, tıpkı devletin ve devrimcilerin katlettiği diğer on binlerce insan gibi, birilerinin oğlu ve kardeşi, ve de toprak altında yatan genç bir ölü olduğu görülecek. Ama önceliğimin oğullarının ölümünden sonra artık çok daha yaşlı insanlar olan annemin ve babamın hoşuna gidecek, onların gözünü dolduracak (gözüne görünecek anlamında) şeylerde olduğunu belirteyim hemen. Okuması kıt bu insanlar için Murat hakkında yazılan hangi saçmalığın onun hangi mektubuyla ya da görüş yerinde başbaşa kalabildikleri nadir zamanlarda söylediği hangi sözlerle çürütülebildiğinin bir önemi yok. Ve ayrıca zaten bu blogun konuları ve hedef kitlesi arasında, 21. yüzyılın sadece asayiş tarihinde sadece kanlı bir dipnot olmaya yazgılı "Türkiye devrimci hareketi" de bulunmuyor. Polemik meraklıları bu notla yetinip bir daha bu bloga uğramayabilirler...

*Nekrofili, ölü sevicilik demek. Ölülere tecavüz eden insan görünümlü yaratıkların sapkınlığı. Ama ben Erich Fromm'un psikiyatrist gözüyle totaliter fanatik ideolojilere bakarken kullandığı anlamıyla kullanıyorum. Yazdıklarımdan da görülebileceği gibi, onlar da ölmüşlere başka anlamda bayılıyorlar.